Biliyorum hepiniz okudunuz bu kitabı. Sadece ben okumamışım ama. O yüzden Ömer'de kitabın orijinal nüshasının bir örneğini görünce balıklama atladım hemen. Birkaç günde bitti. Sonradan yaptığım şey ise ekşi sözlük'ü açıp yazılan şeyleri okumak oldu. Birkaç tanım dışında neredeyse hepsi hayal kırıklığı...
Neden mi?
Öncelikle gerçektende bu ülkede okuduğunu anlayamama gibi bir problem var. Kitapla ilgili sadece ekşi sözlük'teki olumsuz yorumların mantıksızlığını gördükten ve öte taraftan kitap okumaktan anlamayan ya da okudukları kitaplar Da Vinci Code tarzı pop bayağlıklardan ötesine gitmeyen tiplerin usta birer edebiyaçı edasıyla yazdıkları şeyleri okuduktan sonra bunun böyle olduğuna ikna oldum.

1945 yılında yazılmış olan ve şehir hayatının insan üzerine özellikle bir ergen üzerine etkilerini ele alan bir kitaba “klişe” deme cürretini gösterenler bile olmuş. Kitaptaki “tespitler” sikik Ekşi Sözlük yorumlarını aratmyormuş. Bu kitap yazıldığında arkadaşın babası bile doğmamıştı ve muhtemelen şu an piyasada çokça gördüğümüz ithal ikameci taklit kitaplarda piyasada yoktu. Yani taklit dediği kitap, bugün “orjinal” bulduklarının atası, herifin haberi yok. Hadi bu argümanı geçtik, kitabın yazarı J.D. Salinger'la ilgili “yeterince kelime bilgisi yokmuş zaarın, o yüzden çok sıkıldım” denmesine ne buyurmalı? Bir ergenin ağzından anlatılan bir romanda, anlaşılan Dostoyevski'nin ya da Tolstoy'un yahut Balzac'ın edebi derinliği bekleniyordu. Bu kadar komik bir gerekçeyle de eleştirilmez ki.
Mesela sadece şu tespit bile kitabın derinliği konusunda bir işaret veriyor;

Now and then you just saw a man and a girl crossing a street with their arms around each other's waists and all, or a bunch of hoodlumy-looking guys and their dates, all of them laughing like hyenas something you could bet wasn't funny. New York's terrible when somebody laughs on the street very late at night. You can hear it for miles. It makes you feel so lonesome and depressed.


Kitabın tamamını okuduktan sonra Salinger'ın neden kendini “münzevi bir hayata” gömdüğünün ve yıllardır neden bir kitap bile çıkarmadığının sebeplerini rahatça görebiliyorsunuz. Kimilerince sosyopatlar tarafından kitabın çok sevildiği söylense de, bir best seller olarak binlerce adet satmış olması ya toplumun sosyapatlardan oluştuğunu ya da yargının yanlışlığını ortaya koyuyor. Salinger kitabın içerisinde gündelik yaşamımızda karşılaştığımız bütün sorunlarla ilgili düşündüğümüz gerçekleri hiç eğip bükmeden yerleştirmiş. Sinemada seyrettiği klişe bir filmi “hakikat” diye öven sığ bir adamdan, yakışıklı olduğu için dünyanın kendisine taptığını sanan andavaldan yahut “entelektüel” olduğu için çevresindeki herkesi küçümseyen ve tek söz söyleme hakkını kendinde gören çakma beyfendiye kadar herkesin tutarsızlıklarını espirili bir dille ortaya sürüyor. Kitapta bir ergenin karşılaştığı seksüel sorunların en vurgulu olanı Holden Clausfield'ın sex konusunda başarısız olması. Daha sonradan italyan hocası Antonio ile yaşadığı bir macera var ki benim aklım Anayurt Oteli'ndeki Zebercet'i getirdi.


Salinger'ın bu kitapta asıl anlatmak istediği şey, normal bir öğrenim hayatından sonra yaşayacağı her şeyin birer kuralmışcasına birbirinin aynısı bayalığılıkları içerecek olması. Yani şehir yaşamının belki de kapitalist sistemin öngördüğü çarklar arasında kendi tercihleri vasıtasıyla özgür olduğunu, istediğini yaptığını düşünürken, diğer yandan kendisine aslında hiç seçme hakkı bırakılmamış, ufak tefek tercihlerle yaşamını devam ettirecek olması. O yüzden kız arkadaşıyla her şeyi bırakıp küçük bir kasabaya gitmek, arabada, karavanda ne bulursa oralarda yatıp kalkmak, şehirden kaçmak istiyor. Çünkü Hikmet Kıvılcımlı'nın çok iyi bir şekilde işaret ettiği gibi, medeniyetin her türlüsü bir şekilde kendi sömürü faaliyetlerini içerisinde barındırıyor ve bundan kurtuluş, o medeniyetin aslen ortaya çıktığı şehirden ve şehir hayatından kaçmadan mümkün değil.



"Nereden çıktı bu Nanking?" diyorsunuzdur büyük ihtimal, "Nedir bu nanking"?


İtiraf etmeliyim ben de öyle dedim kendi kendime, hele siyah beyaz çekilmiş olmasından dolayı "Schindler list" özentisi gözüyle baktım bu filme. Halbuki bize ilkokul kitaplarımızdan, üniversiteye kadar propoganda edilen Japon ve Alman insan profilinden çok daha farklı hayatları gözümüze sokan ve belki de 2. Dünya Savaşı'nda işlenmiş en büyük cinayetlerden birinin konu alındığı bir film Nanking! Nanking!. Yapımı Çin ve Hong Kong işbirliğiyle gerçekleştirilmiş, (her iki ülke bugün görünürde bir olsa da, her şeye rağmen ayrı olmaya devam ediyorlar.)

İngilizce ismi ise "City of Life and Death". Çin'de vizyona girdiği ilk günden itibaren zirveden düşmemiş.






Film Japonların kısa bir mücadele sonucunda o zamanki Çin'in başkenti Nanking'e girmeleriyle başlıyor. Onca savaş sahnesi ve küçüp çaplı çatışma karelerinin ötesinde filmin anlattığı başka şeyler var. Çoğumuz hayatımız boyunca "toplu tecavüz" nedir diye kendimize sorarız da, cevabını bulamayız belki. Bu film işte toplu tecavüzün, insanlıktan uzaklaşmanın, kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin bütün bir katliamın profilini sunuyor bizlere. Küçük rübetli Japon subaylarının savaş sırasında sahip oldukları yetkeyle, Nanking ortasında kurulmuş olan ve sadece silahsız mültecilerin yer aldığı "Güvenli Bölge'nin" nasıl da "toplu taciz" için bir "güvenli alan" haline getirildiğini ortaya koyuyor.


(Filmde "Orospu Çocuğu" nasıl olunuru gösteren Japon askerleri)


Binlerce Çin esirinin sistematik bir biçimde katledilmesinin yanı sıra, bu katliamları önlemeye çalışan insanlardan bir tanesinin de NAZİ Parti üyesi olması bir hayli enteresan. John Rabe adlı Alman işadamının Nanking'te kurtardığı insan sayısının binlerce olduğu söyleniyor, elinden geldiğince gösterdiği çaba, Führer'in onu Almanya'ya çağırmasıyla sonuçlanıyor, anlaşılan bu çabaları yüzünden de bir hayli fırça yemiş. Batılı bir "halkı" katletmekte tereddüt etmeyen Führer'in, "insanlığı şüpheli olan" evrimce geri kalmış Çinliler için üzülmesi mi gerekiyor Allah Aşkına?

( John Rabe)



Imdb'de çin asıllı olan bir yorumcunun söylediklerine bakılırsa, bu film işlenen vahşetin yanında sadece bir fragman olarak kalıyor. Yorumcu filmde uzun süre gösterilen cinsel ilişki sahnelerine, geçiş sahnelerine takılmış. Halbuki filmi gerçekçi kılan şeyler de bunlar olmuş. Filmde bu manada ilginç sahnelerden biri de, Japon askerlerinin tacizine uğramamak için saçlarının kesilmesini isteyen Çinli bir fahişenin bu reddetmesi ve "ha japonlar, han çinliler ne fark eder?" sorusunu sorması. Çünkü o kadın saçları kesildikten sonra savaş biterse neyle geçineceği sorusunu kendisine soruyor. Ve gizli bir "fahişemiz ancak bizim fahişemiz olabilir" düşüncesine tokat gibi bir cevap veriyor.




Neyse daha fazla anlatmak istemiyorum ama filmin sonundaki bir olaya değinmeden geçemeyeceğim, filmi seyretmeyenler burayı okumak istemeyebilir ama filmin gidişatı açısından da süpriz bir sonuç değil bu.

Japon askerleri içerisinde tecavüze karışmayan ve ilk cinsel tecrübesi bir fahişeyle yaşayan eğitimli bir subay var. Bu subay filmin sonunda kendisine teslim edilen bir çocuk ve adamı emrine verilen asker vasıtasıyla öldürmeyi reddediyor ve askeri salıyor. Burada söylediği söz gerçekten de etkileyici;
"Yaşamak, ölmekten daha zor".

Asker bu emri aldıktan ve cümleyi duyduktan sonra geri dönüyor ve komutanını teşekkür edercesine içtenlikle selamlıyor. Kadokowa adlı subayımız ise çiçeklerle dolu tarlada bir süre ağlıyor ve kafasına sıkıyor... Japon askerlerinin en onurlusu da böylelikle hayatına çiçekler arasında son veriyor. Yani japonlar onurunu yitiriyor.

Evet, Nagazaki ve Hiroşima bir katliam, Japonların Çin'de yaptıkları da bir katliam.

İkisi arasında tercih yapmamız mümkün değil, faşistler her yerde faşist.




ABD'de milyonlarca insan tarafından seyredilen vlog'ların Türkiye'de doğru düzgün bir benzerini daha göremedim. Son günlerde cagatayca.com adlı blog'ta iyi niyetli bir çaba ve "videoblog nasıl yapılır?" içerikli iyi tavsiyeler veren bir video bulunsa da ve listeny.com'da yarı müzik programı tarzında bir şeyler yapılsa da bence bunlar genel olarak yetersiz.


Mesela Çağatay'ın tavsiyeler verdiği videosunda kendisinin de bahsettiği üzere kamerasının kalitesiz olması dışında, kameraya çok uzak olması, arkada görülmemesi gereken çok fazla gereksiz ayrıntı bulunması ve daha da kötüsü konuşurken onlarca defa duraklaması ve konuşmasını bu sebeple gergin bir havada tamamlaması gibi bir durum söz konusu. Ama elbette, bu işe Türkiye'de başlayan nadir insanlardan biri olduğu için zamanla profesyönelleşeceğine kuşku yok.





Diğer iyi niyetli çabalardan biri de, gündemden adını verdiği programla bir kaç video yapan arkadaşın uğraşları. Onun da 1 sene önce başladığı vlog macerası kısa sürmüş anlaşılan. Çünkü her ne kadar arada politik gündeme dair iyi espiriler patlatsa da ürünü iyi pazarlayamamaktan kaynaklanan bir sorunu var. Ayrıca 2008 yılında bu işe girişmekte iyi cesaret doğrusu. Burada pazarlamanın önemli noktalarından birine geliyoruz; ürünü doğru zamanda, doğru şekilde vermekle ilgili olanına.

Bunun dışında blog sahibinin doğrudan gözükmediği fakat yaptığı işlerle ilgili olan bloglar da yok değil. Fakat ABD'de fırtınalar koparan juicystar gibi bir vlog sahibi de göremedik. (ilgilenenler için juicystar şu adreste makyaj ve saç modellerine ve modasına dair izlenme rekorları kıran videolar yapıyor.)

Gelgelelim bu işin pirine. Shane Dowson'ın youtube için hazırladığı ve politik, erotik, poetik hatta pop kültürle ilgili mizansenlerin bulunduğu videoların takipçileri bir hayli fazla.


Dowson işin öyle bokunu çıkarmış ki ana kanalından başka iki tane daha kanalı var ve onlar da izlenme rekorları kırıyorlar. Dowson'ın bu kadar başarılı olmasını sağlayan nedenlerin en başından yaptığı videoların interaktif bir yanının olması geliyor. Her video sonunda yapmış olduğu mizansenle ya da yorumla ilgili izleyicilerinden karşı videolar bekliyor. Bu şekilde izleyici de işin içine dahil olduğunu hissediyor. Unutmadan Dowson'ın her videosunun ortalama bir buçuk milyon hit aldığı söyleyelim. Dowson'ın kendisi de dahil olmak üzere pek çok gencin bu şekilde ABD'de başarıyı yakaladığını, yerel tv'lerde program yaptıklarını hatta ABD'yi şehir şehir dolaşırak izleyicileriyle buluştuklarını ayrıca belirmeme gerek yok heralde.





Bütün bunlardan sonra başlıkta belirttiğimiz soruya gelelim;
Türkiye'de video blog yok, çünkü halen ortalama bağlantı hızımız, ABD olduğu gibi kaliteli videolar upload etmemizi engelliyor. En önemlisi youtube hala kapalı, altedebiliyorsak da bu böyle. Sonrası blog dünyasının yaygınlaştığı, herkesin bir blog açtığından şikayet edildiği bugünlerde milyonlarca insan blog nedir onu bile bilmiyor, bu gençler arasında da böyle. Bununla birlikte bizde kamera karşısında konuşma alışkanlığı neredeyse hiç yok. Özellikle internette zaman harcayan tiplerin pek çoğunluğunun asosyal olduğu gerçeğini de eklersek, ve bu tiplerin kamera karşısında iyice sıçacağını da akla getirirsek neden vlog yok sorusunun cevabını da bulmuş oluruz sanıyorum.

Londra Üniversitesi'nden iki araştırmacı görsel imajlara karşı verdiğimiz tepkilerin müzik tarafından etkilendiğini kanıtladıklarını iddia eden bir yazı yayınladılar. "Müzik tarafından duyguların çapraz Transferi" adlı makalede, "Joydeep Bhattacharya ve Nidhya Logeswaran bir insan yüzünün resmine bakan insanların eğer bakmadan önce 15 saniyelik bir müzik parçası dinlerlerse resimdeki yüz tarafından gösterilen duyguyu değerlendirmekte etkilenebileceklerini açıkladı. Eğer müzik "mutlu"ysa, özne, resim tarafından gösterilen yüz ifadesini daha çok "mutlu" olduğu yargısına varıyor- hatta ifade nötr olsa bile- ve diğer şekillerde de.



Here we go again: A paper published by two researchers at the University of London claims to prove that music affects our responses to visual images. In "Crossmodal Transfer of Emotion by Music," Joydeep Bhattacharya and Nidhya Logeswaran report that people who look at a picture of a human face can be influenced in how they evaluate the emotion shown by that face if they listen to a 15-second snippet of music before viewing it. If the music is "happy," then the subject is more likely to judge the facial expression shown in the picture as happy—even if the expression is neutral—and vice versa.


Bilirsiniz, pazar günleri küçük ailelerin yaptığı bitme bilmeyen o sıkıcı gezintileri. Haftanın altı günü birbirlerini yerin dibine sokan bu mahlukların kendilerine tanrı tarafından bahşedilen son günde de sahte bir tablo içerisine gömülmeye istekli olmalarını hangi saik açıklayabilir? Aslında gerçekten de, belki bir kız ya da bir erkek çocuğuyla, İstanbul'un cennet kokan köşelerine erişen, elindeki imkanlarını şu kısacık hayatta mutluluğa ayıranlar da vardır. Çünkü bir yaz mevsiminin en sıcak günü olan cumartesini pazara bağlayan gece, bulutların semayı doldurduğunu, artık şehrin ışıkları dolayısıyla neredeyse hiç göremediğimiz yıldızları meçhule gömdüğünü gördükten sonra, ah evet, işte tam o anda, ertesi günün tanrı tarafından kutsanmış, yani bir nevi ilahi bir gün olduğunu anlamamak imkansızdır.

Ertesi gün ayaklandığınızda yaz geceleri hiç kapanmayan o pencerelerin önündeki tül perdenin eski resimlerde ya da macera filmlerinde bulunan eski kalyonların yelkenleri gibi şiştiğini görmek insana bir sevinç verir. Yaşama sevinci! Dışarıdaki hava bahar aylarında mesela bir nisan yağmuru sonrası içimize çekebileceğimiz serinlikten uzaktır, fakat cehennem içerisinde insana tatlı gözüken acı su gibi, çölün ortasındaki bu bulutlu havalar gerçekten de bir vahadır.

Bu pazar günü milyonlarca insanın doğumuna ev sahipliği yapmıştır. Bakışlarımıza göre önemsiz, bakışlara göre mucizevi anları barındıran o saatlerde onlarca güzel çocuğun ağlayışını duyabildiğimiz gibi, dairesinde ölü bulunan gençleri de, 20 yaşında kanser olduğunu bugün öğrenenleri de ve en güzeli aşık olanları da düşenemeyiz. Çünkü insan varolduğu anı kendisiyle yaşar ve dışsallıklar uzağımızdadır. Mutluysak bu yüzden mutluyuz... Çünkü ne kalbimiz, ne de beynimiz tüm olaylara ilgi gösteremiyor, onlara yer veremiyor.
İşte böyle bir gün, eski romanlarda yüzlerinin görünümüyle çeşit çeşit kahramanlara benzetilen fakat bir insan için olabilecek en büyük güzelliklerden birine sahip olan birisiyle, yani erdemiyle anabileceğim bir arkadaşımla beraberdik.

İstikamet, belirsizlikti...

İnsan kendini iyi hissettiğinde belirsizliklere gömülür, en çok da denizin pırıl pırıl sularıyla komşu olan belirsizliklere. Bir minibüs yolu uzağımızdaki atlı köşke inmek zorunda olduğumuzdan değil, gerçekten de ne yapacağımızı bilemediğimizden oraya gitmeye karar verdik. Minibüsün bizi bıraktığı yerden itibaren yürüdüğümüz ağaçlarla kaplı yoldan geçerken denize varacağımız anı hayal etmekten kendimi alamadım. Oysa ki bir İstanbullu için çoktan alışılmış bir görüntü haline gelmesi beklenen o manzara, halen dipdiri ve ilk defa görülüyormuşcasına canlıydı. Küçük teknelerin yanlarında ellerinde gümüş, mavi, yeşil oltalarıyla yosunlar içerisinde talihlerinden habersiz olarak gezinen denizin sakinlerini avlamaya çalışan halbuki bir anlık saadet dileyen kişilerin yanında, yol boyunca gülerken görebileceğiz üstleri çıplak erkekler ve nadiren ortaya çıkan kız çocuklarının seslerini duyabilirdiniz. Her biri tek tek denize atlarken ve boğaz her zamanki sertliğini daha da arttırırken dalgalar belediyenin döktüğü yıllarca bozulması imkansız sert betona vuruyordu hatta yolun kenarındaki otobüs durağına kadar ulaşan bu dalgalar insanların keyiflerine keyif katıyordu.

Pazar gününün güzelliği otomobil sahibi orta sınıf İstanbulluları sahillere çektiği için orta şekerli bir trafik vardı. Hiçbirini umursamadan ama dedikodusunu yapmayı da unutmadan biletleri alıp, sorun çıkartan arama noktasından sonra Atlı Köşkün bahçesini dolaşmaya başlayabildik. Sağdaki merdivenleri şimdi hatırlayamadığım pek çok boş fakat bir o kadar da eğlenceli mevzuyla doldurarak çıkarkan, kafamı boğaza çevirdim. Acaba bizden önce kaç kişi bu merdivenleri çıkmış ve kafasını böylece çevirmişti? Basit bir soru, ve cevabı önemsiz.

Ama hayatımız bu tekrarlardan ibaret değil midir zaten? Babaların yaptıklarını oğullar tekrarlar, sonra onların oğulları, sonra onlarınki... Arada bir akrabalık bağı olmasa da, insanlar neredeyse birbirlerinin aynı, özgünlük koca bir yalan.

Sonunda sergiye girdik. Resimden anlamayan bir öğrenci ve öğrenci eskisinin görsel sanatlarla olan iniltileri ancak film ve dizilerle sınırlı olduğu için, yapacağım yorumların şimdiden kaliteli olmayacağının garantisini verebebilirim.

Batı'ya Yolculuk Türk Resmi'nin 70 yıllık Serüveni

70 yıl bir ömür demek, resimlerin bazıları da bir ömür tekrar tekrar bakılacak derinliğe sahipti. Her bir portrenin karşısında sabit bir şekilde dururken, gerçekte resmin size verdiği görüntüyü değil, o görüntüden yola çıkarak hayalimizde kurduğumuz imgelemleri düşünürüz.







Mesela Ayasofya'nın içini betimleyen bir resme baktığımda, resimde anlatıldığı gibi namaz kılan ihtiyarlar değil, mekanın kokusu zihnimde beliriyor. Ya da unutulmuş bir sahil kıyısını gösteren, bazen acemice, bazen isteyerek biçimsiz çizilmiş masaları, porselen takımlarını gördükçe aklıma ne kadarda kusursuz bir yaşam kurguladığımız geldi. İnadına, bütün resimlerde insanlar pek güzel, ama cidden güzel, sanki bir hayal dünyasında, Türkiye'de değilde, farklı iklimlerin oluşturduğu çeşitli güzellikleri tattığımız bir İstanbul masalındaymışız gibi...




Not: Ne yazık ki bu yazıya başlayalı ve yarım bırakalı çok uzun zaman oldu. En azından kaybolup gideceğine, yayınlayayım dedim. Sergi tarih olalı çok oldu çünkü...



Biliyorum başlık eğreti duruyor. Fakat blog'u sayfa olarak çevirmek çok da hoş olmayacaktı benim için. Bloglamaya başlayalı çok uzun süre olmadı fakat sizin de benim gibi blog'un insan psikolojisi üzerine etkilerini kısa sürede çözümleyeceğinize eminim.


Peki bir insan neden blog yazar?
Buna pek çok cevap verilebilir. Çoğu kişi eğlenmek için, gördüğü önemli, güzel şeyleri insanlarla paylaşmak için bu işi yaptığını söyleyecektir. Fakat bende gerçek bundan daha da ötede. Bazı blog yazarları kişiliklerini gizleyerek bu işi yürütüyorlar, bu sayede bambaşka kişiliklerle karşımıza çıkıyorlar. İnsanın internette özellikle, msn, facebook gibi e-sosyal mecralarda bambaşka bir yazım dili, hatta buna konuşma dili de demek gerekiyor çünkü günlük hayatta kullanmadığımız pek çok kelimeyi buralarda kullanıyoruz, yarattığı malumunuz. Bunun yanında çifte hatta üçte karakterleri de buralarda görebilirsiniz. Çünkü insan zamanla ne yazarsa ona inanıyor, yazdıkları gerçek yaşadıkları sanal hala gelebiliyor.

Biraz başlıktan kopmuş gibi duruyorum ama aslında sadede gelmek üzereyim. Şu sıralar internette pek çok blogu ziyaret ettiğimi söyleyebilirim. Bu sayı gerçekten de çok fazladır. Dikkatimi çeken şey, binlece şiirin, hikayenin, yorumun yazıldığı pek çok blogun terkedilmiş olması hem de yazdıkları onca olağanüstü şeye rağmen.

İngiliz Kraliyet Ailesini anlatan filmler ve dizilerin hepsinde aynı şey işleniyor gibidir. Aşk, ihtiras, kibir, inanç, politika ve kader. The Young Victoria ise, görkemli kıyafetlerin, ışıltılı salonların ve her şeyden önemlisi klişe dünyayla birlikte bize bilgece dersler de veriyor. Bir Kraliçe'nin özgür olmadığı düşüncesi her ne kadar sık sık duyduğumuz bir fikir olsa da, bir Kraliçe'nin kraliçe olmakla özgürleşeceği düşüncesi ondan daha basmakalıp fakat eleştirilen diğer bir varsayımdır. Bir film bize ne vermelidir, bize ne düşündürmelidir sorularına pek çok cevap verilebilir; Eğlendirmek, duygulandırmak, öğretmek belki de hiçbirini amaçlamadan para kazanmak.


Ben batı dünyasının kendi tarihlerine, kendi tarihi figürlerine ne olursa olsun sahip çıkmalarını beğeniyorum. Her ne kadar çeşitli kimseler tarafından fabrikasyon olduğu iddia edilen bir "ingiliz kraliyet ailesi" filmleri serisi olduğu söylense de, eser kaliteli, oyunculuklar güzel olduktan sonra ben her filmin izlenebileceğini düşünüyorum.



"Dickens hakkında yazan ve onu anlatan biri olarak, Dickens'ı neden hala okumalıyız sorusu sık sık kafamda gezinen bir soru. Fakat bu soru, neredeyse on yıl önce, 30 lise öğrencisinin bulunduğu bir sınıfın karşısında konuk konuşmacı olarak durduğum bir sırada olduğundan daha sorun çıkartıcı olmamıştı hiçbir zaman. Neredeyse 20 dakika boyunca, elimde David Copperfield'in 1850 baskısı bir kopyasıyla, öğrencilere Dickens'ın Viktorya Dönemi okuyucuları için, şu an Televizyon dizilerinin onlar için oluşturduğu gibi, trendler ve modalar yaratan oldukça "sonraki-haftanın-modası" tipinde bir yazıma sahip olduğundan bahsediyordum.

Sonra bir el sınıfın ortasında havaya kalktı.

" Neden bunları hala okumalıyız ki?" dedi.

Dilim tutulmuştu çünkü o an farketmiştim ki Dickens hakkında Doktora yapmaya başlamış olmama rağmen bu soruyu hiç kendime sormamıştım.

Verdiğim cevap kabul edilebilirdi: "Çünkü Dickens size nasıl düşüneceğinizi öğretir" dedim. Fakat pek çok yazar size nasıl düşüneceğinizi öğretebilir ve biliyordum ki gerçek neden bu değildi.
Bu soru yıllarca kafamı kurcaladı ve kendime cevaplar bulup durdum, fakat hiçbir zaman tamamen tatmin olmadım. Dickens'ı sadece zamanının bir adamı olduğu için değil, bunun yanında bizim zamanımızın da bir insanı olduğu için okuruz. Dickens'ı okuruz çünkü onun algılaması ve insan ruhuyla ilgili gözlemleri derin, açık, etkileyici ve aydınlatıcıdır, ve çünkü bize oldukça tanıdık gelebilecek kişisel davranışları ve alışkanlıkları resmederek bir şeyler anlatır. Onun fakirlik ve yardımseverlikle ilgili mesajları on yıllar boyunca seyahat etti ve onun karakterlerinin tecrübelerinden neredeyse kendi tecrübelerimizden öğrendiğimiz kadar kolay bir şeyler öğrenebiliriz.

Bunlar Dickens'ı okumak için mükemmel nedenler. Fakat bunların hiçbiri Dickens'ı okumamızı sağlayan tam tamına gerekçeler değil.






Bir cevap için araştırmam devam etti fakat hiçbir zaman başarıya ulaşmadı, ta ki başka bir liseden gelen ve bir kompozisyon yarışması için yazdığı yazıyı incelediğim bir öğrencinin verdiği küçük bir ipucunu aldığım yıla kadar. "Dickens'ın romanlarını okumalıyız" yazmıştı, "Çünkü onlar bize, olabilecek en mükemme yolla, neden böyle olduğumuzu anlatırlar." ("because they tell us, in the grandest way possible, why we are what we are.")

Jon Micheal Varese'nin Guardian.co.uk adlı sitede yayınladığı blogundan alıntılanmış ve Türkçeye çevrilmiştir.





Bu yazıyı okuyorsanız muhtemelen siz de bir internet sosyalisiniz. Kavram biraz abidik gelmiş olabilir fakat gerçek bu. Yakın zamanda yapılan araştırmalara göre kriz sırasında internet kullanıcıları dışarıda para harcayarak sosyalleşmek yerine, internet başında oturmayı tercih etmişler. Elbette çok mantıklı, oturduğunuz yerden, facebook, myspace, twitter, friendfeed, messenger vs. demeden herkesle iletişim halinde olabiliyorsunuz ve elinizde çayınızla, kahvenizle uzun sohbetler edebiliyorsunuz.

Fakat işin esası bunun olumsuz etkileri de var. Çünkü gün geçtikçe gerçek şeylere ayırdığımız vakit azalıyor. Artık pornografi, sanat, bilim, haber iki tık ötemizdeyken, gerçek arkadaşlık sanal arkadaşlıkla birlikte hayata gözlerini yumuyor. Biliyorum bu yazı biraz klişeleşiyor, peki şu forumdaki ankete verilen cevaplara bir baksanız;

http://forums.qj.net/general-off-topic/139997-survey-about-internet-socialization.html

Bazılarının gerçek arkadaş sayısı 4. Evet yanlış okumadınız, sadece 4 arkadaşı var. Duydunuz mu bilmiyorum; Facebook gibi sitelere Social Networking Site diyorlar. Ve bu siteler üzerinden yapılan müzik, oyun, video paylaşımlarının neredeyse tamamı satınalma alışkanlıklarımızı, sevdiğimiz müzikleri ve kitapları değiştiriyor, ya da onların arasına yenilerini ekliyor. Kötü bir şey değil elbette fakat bunun da popüler bir alt kültür olduğunun farkında olmak gerektiğini düşünüyorum. Kimi araştırma dergilerinde bu popüler alt kültürün pazarlama, reklam ve satış için ne kadar önemli olduğu sık sık dile getirilse de, friendfeed gibi sosyal alanlar birer kamusal alan niteliğinde işliyorlar. Yani kapitalizmin pazarlaştırdığı bu alanlar aynı zamanda sosyal liberal kültürün kavramsallaştırdığı bir alana ev sahipliği yapıyor.






Türkiye'de ha bire getirilen erişim yasaklarının da arkasında bu var. Bazılarımız internette bazı sitelere erişimin yasaklanmasını çağ dışılıkla açıklasa da, ben tersine bunun iyi bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Çünkü devlet kendini internet konusunda ciddiye almak zorunda hissediyor. Onları tek tek mahkeme kararlarıyla yasaklasa da, milyonlarca Türk kullanıcı bu yasakları keyifsiz olsa da atlatmasını biliyor.

Diğer yandan bu kamusal alanlar üzerinde gerçekleşen tartışmaların bayatlığı, sanallığı ve bazen hiçbir sonuca ulaşmadan kapanıp gitmesi de rahatsız edici. Fakat pek çok siyasi oluşumun gerçekleştirdikleri tepkiselliği "internet sosyalliği" üzerinden sağladıkları muhakkak. Bu açıdan iran'da yaşanan protestoların internet vasıtasıyla planlandıklarını biliyoruz. Yani internet üzerinden politize olmak da yavaş yavaş hayatımıza giriyor.

Biraz bu kavram üzerinde düşünmeye ihtiyacım var, sanki internet hayatımıza çok hızlı girdi değil mi?



Klasik Müzik'ten hoşlanıyorsanız, Einaudi'yi sevmemeniz imkansız. Ama işin daha da iyi yanı, klasik müziktan hoşlanmıyorsanız bile onu seveceksiniz. Neredeyse bütün besteleri güzel olan bu ilginç İtalyan'ın ülkemizde pek bilinmemesi ise enteresan. Aslına bakılırsa bu topraklara pek yabancı da olduğu söylenemez, çünkü Djivan Gasparya ile 1999-2000 yılları arasında, Mercan Dede ile de 2005-2006 yılları arasında ortak konserler vermiş. Özellikle Mercan Dede ile çıktıkları turne anlaşılan yurtdışında baya bir ses getirmiş. Ben ise kendisini Primavera bestesi ile tanıdım. Ömer'in teşvikleri olmasa bu güzel adamı tanıyamayabilirdim bile.

Kısaca Einaudi'den bahsetmek gerekirse, hakikaten önemli eski İtalyan bestecilerini aratmayacak derecede bir bestekar ve çok iyi bir piyanist olduğunu söylemek mümkün. Pek çok eserini oluştururken çeşitli romanlardan esinlendiğini söylüyor. Mesela "Le Onde" adlı albümünü Virginia Woolf'un "The Waves" adlı kitabından esinlenerek bestelediği "balad"ları biraraya getirerek oluşturmuş. Bunun dışında klasik Rock gruplarının pek çok şarkısından etkilenerek besteler yaptığını itiraf etmekten geri kalmıyor. Bunlar arasında Rolling Stone'un "Lady Jane" adlı şarkısı da var. Pek çok oyun ve italyan filmi için ise tahmin ediyorum ki mükemmel besteler yapmış.



Kısacası, dinleyin, dinletin bi' zahmet!




Gökçen'in Facebook'ta paylaştığı video vasıtasıyla dinleme şansına erdiğim süper bir grup Alyuvar. Özellikle solistleri Deniz'in sesi mükemmel. Ülkemizde sopranoların sesinin devamlı "kilise müziği" içerisine dahil edilerek aşağılanması aklıma geldikçe, Deniz'in batı tarzında türkülerimizi yorumlaması ne kadar yerinde olmuş daha iyi anlıyorum.
Özellikle "ah bir ataş ver, uzun ince bir yoldayım, odam kireç tutmuyor" gibi türkülerimizin yanında yabancı eserleri de seslendirmişler. Zaten grup üyeleri arasında yabacılar da var.



Vidyolarının tamamına şuradan ulaşmak mümkün;

http://www.youtube.com/user/nuray65


Söylenildiği gibi bir kitabı öpemezdiniz, belki öpebilirdiniz fakat içindekileri değil. Bir kitaba dokunabilirsiniz, onun içine dalmaya, anlarınızı onla paylaşmak iştihasıyla sarıldığınız kağıt ve kartondan oluşan bu değersiz nesneleri, teknolojinin getirdiği onca imkana rağmen Türkiye'de pahalı olmaktan kurtulamasa da, özene bezene saklamaya, içlerinde çoğu zaman ufak harflerle ifade edilen gerçeklere ve hayallere dalmaya ket vuramazdınız. Bir volkan gibi patlamasa da bu arzunun zamanla artan bir şekilde kendini göstermesi, sanıyorum benzerlik kurulabilir olsa da hiçbir bağımlılık türüyle açıklanamaz.

Belki de bu duygularla okuduğumdan dolayı mıdır bilemiyorum ama İsmet Özel'in Waldo Sen Neden Burada Değilsin? kitabı bende daha önce hiçbir kitapta hissetmediğim bir zihni münakaşanın yaşanmasına sebebiyet verdi. Çünkü bütün bir kitap kurulan edebi bağlamın doğrultusunda hiç sarsılmadan ilerlerken ve peşi sıra getirdiği hikayenin bütüncüllüğü içerisinde bir sonuca evrilirken, aynı şekilde kendi zihni dünyamda da bir yönelimin oluştuğu duygusuna kapıldım. Her satırıyla ilgi çekici olduğu kuşkusuz olan bu kitabın en sarsıcı yanı ise gerçekleri eğip bükmeden fakat kişisel bir bakışın esaretinde olduğunun bilincinde olarak dile getirmesiydi. Cümleler arasındakı akışın, anlatılan hikayenin ana fikrinden hiç kopulmamasını sağlaması sanırım sadece edebi biçeme değil, kitabın ifade ettiği amaca bağlanabilir.




İsmet Özel bana göre kitap içerisinde Türkiye'deki kafa karışıklığına güzel açıklamalar getirirken en çarpıcı açıklamasını sona saklamış, Proust'tan yaptığı uzun bir alıntıyla doğulu ve batılı insanın olguları ve olayları nasıl kavradığına dair çarpıcı bir örnek vermiş. Sonunda ulaştığı ana fikir, batıda yaşayan bir insanın içine düştüğü "yalnızlaşma" durumunun aslında zihni bir körelmeye yolaçtığı oluyor. Çünkü hikmetin ikame edilemeyecek bir ferasete yolaçtığını, hiç olmadı hikmet değil fakat bu topraklarda doğan, büyüyen, gelişen "mistik" halin toplum içine batıdan farklı bir zihni dünyası oluşturacak şekilde yansıdığını ifade ediyor. Buradan yola çıkarak içine girdiği "münzevileşme" kavramını ifade edişi ve Allah'a ulaşması ise bir hayli enteresan.

Son kertede "insan kendisiyle malul" ise ve onu sahip olduğu biriciklik yüzünden kimse anlayamayacak ise, onu anlayabilecek, bilecek tek bir varlık olabilir: O da Allah'tır. Çünkü Allah yarattığı varlığın bütün ihtiyaçlarını, doğruluğunu, yanlışlığını ve zihin dünyasını en bilen olacaktır. Yani ruhi, ve fikri yalnızlığın sona erdiği an Allah'ın varlığı oluyor. Çünkü Allah; batının kaynağından neşet etmiş ve halen modernizm krizini en canlı şekilde yaşamakta olan toplumun içerisinde doğmuş fakat o topluma yabancı "aydın"ların yalnızlığını bitirecek tek varlıktır.
Özetle, bugünlerde Kalın Türk sarmalına boğularak takipçilerini üzse de, İsmet Özel'in belagatle çok şeyleri nesir alanında da başardığını söylemek mümkün. Her ne kadar Cemil Meriç bize katılmasa da...

Bağlam yayınlarının sahibi olan arkadaşlar ve bir takım çaycılar arasında "sakallı" olarak anılan zabit abi tarafından mehmet, cengiz ve bana hediye edilen










Aşağıdaki makale Dissent Magazine adlı derginin 2009 Bahar Sayısı'nda Marshall Berman (Soldaki fotoğraf) tarafından yazılmış olan
"Orhan Pamuk and Modernist Liberalism" adlı makalenin Türkçe çevirisidir. Makale blog sahibi tarafından çevrilmiştir.






Bugün, küresel bir kültür mevcut mudur? Bence mevcuttur. Onun görüntüsü, filmlerden, eski ve yeniden, ve televizyondan gelir; sesleri rock and roll, rap ve caddedeki ağır trafiktir. Fakat sadece roman bütün noktaları birleştirmeyi denemek ve koca dünyayı biraraya getirmek için Faustçu küstahlığa (chutzpah) sahiptir. Orhan Pamuk, dünyanın en büyük roman yazarlarından biri, Dissent'in iki adım ötesinde çalışıyor ve yaşıyor. En azından onun burada olduğunu okuyucularımıza haykırarak bir şeyler yapabiliriz. Onu tanımıyorum, fakat onun yakınlarda olduğunu bilmek heyecan verici. Pamuk, yılın yarısını NewYork'da , Columbia'da karşılaştırmalı Edebiyat öğrettiği yerde, yılın diğer yarısını da yaşadığı şehirde, İstanbul'da, gerçekleri söylediği ve başını belaya soktuğu yerde geçiriyor.

Eğer fiziksel olarak Pamuk buraya çok yakın olmasaydı bile, onunla bağlantı kurmak kolay olurdu. Kitaplarının çoğuna ulaşmak ve dikkat çekici bir şekilde içine dalmak kolay. öncelikle bu kitaplar mükemmel tartışmalar ve hayali yolculuklardır . Hepsi Türkiye'de geçiyor, geçen yılda ya da 500 yıl öncesinde. Pamuk Ülkesi garip bir şekilde başka türlü, bize bütün yaşamımız boyunca bu ülkeyi bildiğimizi hissettiriyor. Şimdi, Orhan Pamuk ellilerinde, gücünün doruklarında çalışıyor. İnsanlar kısa bir zaman önce "Romanın Ölümü"nden korkuyorlardı. Pamuk'un kitapları, Roberto Bolano'nunkiler de dahil olmak üzere, bunun doğru olmadığını bize kanıtlıyor. Roman hala D. H. Lawrence'in yüzyıl önce söylediği gibi: "Hayatın parlak bir kitabı." Şimdi ise ışık ve hayat bir kaç merkezden değil bütün dünyadan geliyor.

Pamuk'un Kar romanı 11 Eylül 2001 saldırılarının sürüklediği geniş bir endişenin ortasında Batıda ortaya çıktı. Bir yazarın (Daniel Benjamin) çağırdığı şekilde "Kutsanmış Terörün Çağı"nın bağlamı içerisinde yorumcular ve okuyucular için bu kitaba çamur atmak kolaydı. Pamuk bir melodramanın korkunç bir yazarı haline geldi ve onun melodraması bizim ortak melodramamızla birleşti. Kar, sürekli bir çok satan haline geldi. Şimdi, daha iyi bir zamanda, onu tekrar okuyabilir ve satır aralarında daha fazlasını görebilir ve bulabiliriz. Bulabileceğimiz şeylerden biri ,"modern" olmanın ne olduğuna dair kaliteli bir tartışmadır.

Sunay Zaim, Türkiye Cumhuriyeti'nin kültürel bir bürokratı, kitabının sonundan hemen önce şöyle söylüyor. "Korkma, bu insanlar moderndir." Bunu Ka'ya, içine kapanık "modern" bir
şaire, söylüyor. Ka, Batı'da yıllardır sürgündedir. Ka, bu sefil sınır şehrine genç kızlar arasındaki dini - ya da sahte dini- intihar dalgasını konu alan bir araştırma haberi yazmak için geri gelir. Bu kızları bunu yapmaya neyin sürüklediğini asla öğrenemeyiz; fakat 20. yüzyılın sonunda Türkiye'de, kontrolsüz şiddetin herkesin günlük yaşamı içerisine püskürdüğünü öğreniriz. Sunay, İnsanların Cumhuriyete inancı olursa her şeyin düzeleceğini söyler. Fakat Pamuk'un Ülkesinde, ana ekin ironidir. O bütün yıl boyunca, diğer bütün ekinler kaybedilse de, büyür. Türkler onunla yaşar fakat ihracat için bir kısmı bırakılır. Yani, bir Pamuk karakteri diğerine korkmaması gerektiğini söylediği zaman, biz yazarın alarmlerinin çaldığını görebiliriz. Bir karakter modern olmanın Türk insanlarını sağlam ve mutlu yapacağını söylerse, şakayı anladığımızdan emin olmasak da, yazarın ironik kahkahasını duyabiliriz. İroniye direniyor gözüken tek şey kar'ın kendisi; yeryüzü üzerine çöreklenmek, hikayeyi boğmak, hayatı dondurmak, güneşi gizlemek...

Hala onun, çalışmasındaki hayali ve modern her şey gibi, Pamuk'un karı olduğunu biliriz. Bu kar plaja ve balta girmemiş ormana düştüğü kadar, kutuplara da düşer; küresel ısınma ona karşı bir koruma sağlayamaz, o bütün dünyayı sarar.

Sunay, Kar'ın dramatikikliminin şekillendirdiği Pamuk'un en etkileyici sahnelerinden
birinin başında güvence verir. O, bir şekilde, emekli bir aktör ve yapımcı, oyuncuları teşvik eden, ve ilin kültür bürokratı olarak cumhuriyet için uygun bir iş bulan baştan sona zeki biridir. Sunay, açık bir şekilde komik bir karakter, Pal Joey'in ya da Guys and Dolls'un yol prodüksiyonlarından bir kaçından ödünç alınmış gibidir; Kar'ın ağırbaşlı dünyasında onunla karşılaşmak hayret vericidir. Onun Kars'taki işi, Aydınlanma, Seküler Hümanizm ve Modernite için bir tür halkla ilişkiler uzmanlığıdır. Sunay Dissent okuyucalarının büyük çoğunluğunun (Muhtemelen Pamuk'un da olduğu gibi) inandığı ve uğruna öleceği fikirlerin klişe versiyonlarıyla dolup taşar. Gerçekten de bu durum onun varlığını sıkıntılı yapar. Onun laflarını dinleriz ve düşünürüz, Bu inandığım şey değil midir? Oh! Fakat sonuna kadar okursak, ona acımamız gerektiğini anlarız, yüzleştiği şey yüzünden- ya da Pamuk'un onu yüzleştirdiği şey yüzünden. Sunay, komedisini bir trajediye çevirir.

Sunay arkadaşlarına korkmamalarını söyler. Pamuk ülkesinde bu mesaj bütün alarmleri tetikler. Bu zavallı adamın başına ne felaket gelmiştir? Kar neredeyse biter, yani en azından çok beklememiz gerekmeyeceğini biliriz. Pamuk'un cevabı sadece daha fazla soru ortaya çıkartacak ve "gizemli anlamlar" olarak andığı bir moebius gezisini başlatacaktır. Anlaşılır ve belirgin olan bu Halkla İlişkiler uzmanının hiçbir zaman çözülemeyecek gizemli bir olay haline gelmesi tipik bir Pamuk ironisidir.

Kar, askeri bir darbe ile doruğuna ulaşan bir belalar zamanı içerisinde kuruludur. Türk öğrencilerimin bazıları, Pamuk'un 1980 darbesini kastettiğini düşünüyor; diğerleri belirgin bir tarihi reddediyor, ve onun amacının "tipik bir 1970'ler sonrası darbesi" yaratmak olduğunu söylüyor. Fakat ilk olarak, Sunay, Kars'ın insanlarını Cumhuriyet'le bütünleştirecek bir tiyatro oyununu gösterime sokmak ister. Sunay, eğer Kars'ın insanlarını inanırlarsa, oyunun onların bütün problemlerinin (en kötüleri ekonomik kriz ve kitlesel işsizlik) üstesinden geleceğini düşünür. Sunay'ın gün sonunda bu insanların inanacaklarına dair inancı vardır.

Sunay insanların modern olduğunu söylediği zaman, onların kendi bilinçlerinin farkında olduklarını, mutlu olma hakkı için, sevme hakkı için ve kendilerini düşünebilme hakkı için savaşmaya istekli olduklarını kasteder. Modern değerler ya da modern insalar arasında çatışmalar ortaya çıksa bile, "Korkmayın" der. Bu modernitenin klasik hümanist bir vizyonudur; Bu, Stendhal, Emerson, Victor Hugo, George
Eliot, John Dewey ve Margaret Mead tarafından beninsemiştir. Sunay darbe öncesi Türk Cumhuriyeti'ni bu klasik vizyonun canlanışı olarak görür.

Sunay korkmamak gerektiğini söylese de, en azından endişenebiliriz. Eski dostu ve önemli hanımı Kedife ile ilgili bir problem vardır. Sunay, kendisinin Kedife'yi insan özgürlüğü adına uyardığı ve başındaki islami başörtüsünü fırlatıp atmasını istediği garip ve rahatsız edici bir sahne yazar. Kedife önce direnir, sonra tereddüt eder ve boyun eğer, ve bu rolünü yaptıktan sonra, ona doğru dönecek ve öldürmek için Sunay'a ateş edecektir. Sonra da seyircileri selamlamak için aktörler elele, en iyi arkadaşlar olarak ortaya çıkacaklardır.

Kedife rolü almakta isteksizdir. Salonda terbiyesiz ve kavgaya hazır insanlar vardır, ve onları provoke etmekten dolayı endişelenir. Fakat Sunay onu zorlar ve Kedife ona boyun eğer ve en azından devam etmeyi kabul eder. Meselenin doruk noktasına kadar her şey pürüssüz bir şekilde devam eder; sonra silahın dolu olduğu anlaşılır, mermiler gerçektir, yerlere dökülen kan sahte değildir, ve Sunay gerçekten ölür. İnsanlar çığlık atmaya başlar. Biraz sonra askerler içeri gelir. Salon bir kaos ve kıyamet halindedir. Eğer bunun gibi bir şeyin gerçekten olacağını bilseydi, bir insan ve vatandaş olarak Pamuk korkardı. Fakat sıradan hayatın kanlı bir dehşete döndüğü bu sahnede, bir yazar olarak Pamuk mutlu bir şekilde evindeydi. Pamuk okucuyularının pek çoğu insanların zor bir durumda bulunduğu ya da otoritelerin daha sonra çözmeye çalışacağı bu şartlar dolayısıyla kendilerini büyülenmiş bulurlar. Sunay silahın dolu olduğunu nasıl bilmez? Kendisinin ölümünü düzenlediğini mi düşünmeliyiz? Eğer bunu yaptıysa, katille bu sırrını paylaşmadı demektir. Pamuk, Kedife'nin yaptığı şeyin farkında olmadığını bize açıkça ortaya koyar, farkında olsaydı çıldırırdı. Fakat, eğer Kedife onu öldürmek istemeseydi bile, gerçek şu ki Kedife'nin yaptığı şey herhangi bir dini bahaneden daha etkili bir şekilde hayatını mahvedecekti.


Sunay ne düşünüyordu? Şeytanlığı reddeden bu adamı içindeki hangi şeytan bunu yapmaya sürüklemişti? Bu gizemli olayda bir şey açıktır: bu atışlar Sunay'ın Modern yaşamının aydınlık vizyonunu parçalara ayırır. Gece onun planlandığı gibi modern bir gösteri olarak sonlanır. Fakat bu gece, insanların intihar bombacıları haline geldiği ve birbirlerini havaya uçurdukları kadar birbirlerini sevdikleri yerde, korkunç bir şekilde çarpıkça moderndir, geniş bir şekilde bilinçsiz, yoğun fiziksel tersine dönmeler, mayın tarlaları gibi varlıksal tuzaklardır. Sunay modern hayatın zaferlerini göstermek istemişti; fakat bir şekilde modern ölüm şovu bastırmıştı. Aslında, bu ironi 20. yüzyıl tarihin büyük çoğunluğunda görülür. ( 21. yüzyılda daha mı iyi olacak? Bilmek için şu an çok erken.)

Sunay'ın yaşamsal gücü azaldığı kadar, hayali gücü artar. Ölmeden önce tek şeyin farkındadır: "Hiçbir zaman modern olmayacaklar", "Modern sanat hakkında hiçbir şey bilmiyorlar." Bu çok ciddi bir kara mizah örneğidir. Fakat bir insan modern sanatı bilmeyi neden istemelidir? Modern sanat ona ne verebilir? Pamuk dikkat çekici bir cevap sunmaz, fakat bu da bir başlangıçtır: küresel bir ufuk ve ateşli bir empati akışı, ironi ve karmaşıklık için bir duygu , karşıt düşünceleri birarada sindirebilme, inanma ve sevebilme kapasitesi. Şair John Keats, ölmeye terkedildise de, gücünü "negatif kapasite" olarak anar. Sunay'ın yaşamının acı dolu son cümlesi sanatının ilk işidir. Pamuk'un onunla bağlantılandırdığı ağır değişiklikler bize modern sanatın uğruna ölünebilecek bir şey olduğunu- ya da yaşanacak bir şey olduğunu anlamamızda yardımcı olur.

KAR'da ve bütün iyi yapıtlarında, Pamuk, radikal uçlara doğru hareket eden bir süreç içerisinde modern yaşamın bir dramasını yaratır. Modern erkekler ve kadınlar baskı altındadır ve bunu bilirler. Yapılması gereken nedir? İnsanların yönelebileceği birbirinden farklı iki radikal yol vardır: (1) En açık ve cömert çevreyle temasa geçebilirler; Bu, Pamuk'a göre, Modern Sanat'ın anlamıdır, onu geliştiren ve hala yaşatan nedendir.
(2) Ya da en katı ve şiddetli münzeviliğe dalabilirler; ilk gidecekler arasında modern hayatı diğerlerinden daha fazla seven modern yazarlar ve sanatçılar olacaktır.

Pamuk planı desteklediğini açık bir şekilde gösteriyor (1), fakat o planın temel demagojik gücü konusunda endişeleniyor (2).
(1)'i kendisiyle özdeşleştiriyor, çünkü bunun ahlaki olarak doğru olduğunu düşünüyor, fakat aynı zamanda, modern dünya'da, bize sadece daha güçlü ve "sıcak" değil, fakat daha katı ve kalıcı mutluluğu getirdiğini düşünüyor. Bununla birlikte kendi insancıl isteğini karşılamak için (1), örtmek için bir yol bulması gerektiğini düşünür (2). Diğer bir anlamda, Modernizm bir şekilde insanları ve yoketmek istedikleri gücü sindiren yaşamsal bir görevdir.

Bu görevi abartacak olan fakat onıu aynı zamanda daha derin ve emici hale getiren şey, modernizmin ana düşmanının- insanların ben gençken sık sık söyledikleri gibi- "gelenek"olduğu düşüncesi değildir, fakat bundan daha garip ve daha karışık olan, benim "Modernist Anti-Modernizm" olarak andığım şeydir. ( Kısaltarak MAM olarak kullanacağım.) Thomas Mann'dan beri yazarların çoğu, Pamuk kadar MAM'ın dünya için tarihi önemini anlayamadı.
3. Reich'ın zaferi sırasında, MAM dünyayı şok etti. 1945'te Nazi'ler yenildiklerinde, ailem gibi liberallere göre artık Nazi'lerin sonu gelmişti ve doğruluk ve şeffaflığın çağı doğmuştu. Yazık ki, olaylar bu şekilde gelişmedi. MAM devam eden büyük bir insani cazibeye sahipti, ve pek çok yenilgiye rağmen geri gelmeye devam ediyor. MAM pek çok ayrı kültüre rahat bir şekilde uyum sağlayabilir; solun taraflarını ve sağın klasik taraflarını birleştirebilir- benim ve Pamuk'un tarafını değil. 20. yüzyılın bütün yarısını lanetledi ve hala yaşıyor ve güçlü.

MAM Pamuk'u hem korkutuyor hem de etkiliyor. Onu kendisinin en mükemmel karakterlerinden birini, yakışıklı kadın avcısı ve karizmatik demagog Mavi'yi yaratmasına ilham verdi. Kar'daki Modern sanatın ana sesi şair Ka'dır. Ka ve Mavi arasındaki çatışma kitabı sürükleyen güçlerden biridir. Çatışmalarının büyük bir çoğunlu Kedife'nin kızkardeşi, Pamuk'un en iyi karakterlerinden biri olan etkileyici ve bağımsız bir kadın olan İpek üzerine odaklıdır. O ikisini de sever, ikisiyle de yatar ve onların her ikisi de İpek'in ruhu için savaşırlar. İpek Modernizmin şairini mi yoksa MAM'ın dahisini mi kucaklayacaktır? Pamuk, İpek'e bizi gerçekten de ilgilendiren içsel bir görkem verir; bir süreliğine dünyanın kaderinin bu üçlü arasındaki sonuç üzerinde döndüğünü hissederiz. (Pamuk, insanların onun kadınlar ve aşk hakkında yazdığı şeyleri takdir etmediklerini söyledi. Umuyorum ki ona bunun yanlış olduğunu bildirmenin bir yolu vardır!)

Ka ve Mavi, konuşarak çok vakit harcarlar. Ya da sadece Ka konuşarak harcar. Tartışmaya ve sohbet etmeye çalışır. Mavi ise atıp tutar; hınchınç doldurulmuş bir futbol stadyumunda daha önce kullandığı dilin tıpatıp aynısıyla konuşur. Mavi der ki; , Batı'da "Demokrasi, özgürlük, insan hakları önemsizdir.", "Bütün Batı'nın, dünyanın geri kalanından istediği maymunlar gibi onları taklit etmeleridir." Ka, 20. yüzyılın sonunda, Batı'nın insan çeşitliliği üzerine kurulu olduğunu açıklamaya çalışır. Mavi onu sadece reddeder. "Sadece bir Batı ve bir Batılı bakış açısı vardır. Ve biz de karşıt görüşü benimseriz." Bu cümledeki "biz" nedir? Mavi asil "biz"i mi kullanıyor? Yoksa bütün Batı-dışı dünyanın kendisi olduğunu mu iddia etmeye çalışıyor? Ne olursa olsun bu değişmez olan insanların bakış açısını yansıtan bir perspektiftir. Kadınlara da böyle davranır ve bu şekilde davrandığı için memnun olan pek çok kadın bulur. ( Biraz sertleri de dahil olmak üzere) Aynı zamanda suçsuz militan çocuklara da böyle davranır: genç takipçlerini manipüle ederek orduyu provoke eder ve onların öldürülmesine neden olur- fakat hastane yatağında ölmeden önce " lütfen annelerimize söylemeyin" derler.

Mavi militan bir İslami hareketin lideridir, fakat dini inancın en ufak bir belirtisini göstermez. Soğuktur, yansızdır, alaycıdır, fırsatçıdır, manipülatiftir. Eğer onu tanımlayacak tek bir kelime varsa, 19. yüzyılda büyük rus yazarlarının ortaya koyduğu kelimedir: Nihilist.
Ka'nın onunla ilk karşılaşmasında şiir umutsuzluğa sürüklenir. Ka kendisini W.B Yeats'ın "İkinci Gelen" şiirindeki aciz emiciler gibi hisseder:

En kötü tutkulu kuvvetle doluyken,
En iyi bütün inançlardan mahrumdur.

Mavi Batı'nın seksüel lisansını kınar, fakat, nihilist olan, o bütünüyle Türkiye'de sürdürülen aşk ilişkilerinden bezmiştir. Onun kızarkadaşları hem İpek hem de Kedife'dir. Bu kızlardan daha fazlası vardır, ve bütün hepsi bunu biliyor gibidir. Kendilerini ona doğru bir Rock Yıldızının peşine takılan kızlar gibi atarlar; bütün bir adanmışlıkla ona saygı duyarlar, bütün benliklerini kolayca ona sunarlar. ( İpek ve Kedife "Adamım" ya da "Her şeyim" diyen mükemmel düet kızkardeşleri olabilirler.) Mavi'nin seks yaşamı Haremleriyle birlikte ortadan kaybolan Osmanlı Sultanları ve Paşalarının gülünç bir taklitidir. Fakat kadınlar üzerindeki gücü postmodern'dir; onu dönüştüren şey özgürlüğün boyun eğmesidir. Pamuk bizi Dostoyevski'nin "Büyük Engizisyoncu"suna götüren yol arasında bir bağ kurar. Her şekilde kadınlar Mavi'de ne görürler? Açıklamaya çalıştıkları zaman, ortaya döktükleri şey Mavi'nin onları bir çeşit hipnoz transına sokan sarsılmaz keskinliğidir.

Ka, inançlarının ne olduğunu açıklığa kavuşturmasına gerek olduğunu farkeder ve İpek'e Kars'ta elde edemeyeceği bir tür mutluluk sunar. 10 yıldan fazladır Batı'da bulunduğu sürgün boyunca, çoğunlukla Batı Almanya'da, ne öğrendiğini hatırlamaya ihtiyacı vardır:

Batı'da bu şekilde yaşamazlar. Burada olduğu gibi değildir; Herkesin bu şekilde düşünmesini istemezler. Herkes, en sıradan bakkal bile, kendi kişisel görüşüne sahip olmaktan dolayı böbürlenir.
Ka, inançlarının ne olduğunu açıklığa kavuşturmasına gerek olduğunu farkeder ve İpek'e Kars'ta elde edemeyeceği bir tür mutluluk sunar. 10 yıldan fazladır Batı'da bulunduğu sürgün boyunca, çoğunlukla Batı Almanya'da, ne öğrendiğini hatırlamaya ihtiyacı vardır: Ka "en sıradan bakkal"ın Batılı bir şehirde sahip olduğu özgürlüğün büyük bir tarihi kazanım olduğunu farkeder; modern bir şair bunu onaylamaktan gurur duyabilir.( Kafka'nın Ks'lerinden biri bu bakkal'ın marketinde alış veriş yapmaktan gurur duyardı.) Bununla birlikte iyi giden şeyler de şunlardır: dürüstlük, karışıklık, saygı, gerçek aşk, içten bir diyaloğun yaşandığı bir yaşam, diğer insanlarla iletişim, göreceli olarak özgür bırakma ve açık kitle medyası, İpek'in kişiselliğinin tanınacağı bir yere bir bilet, şehrin özgürlüğünden hoşlanacağı bir yer ve ne bir aileye ne de bir adama tamamen bağlı olmayacağı bir yer. Ka kendileri için sadece bir çift olarak güzel zaman geçirmeyi değil, bir şeyler için taraf tutmayı hayal eder. Taraf tutacakları şey Modernist Liberalizm olarak çağrılabilir. Bu hayaldeki en büyük problem, Pamuk'un da gördüğü gibi, evde gerçekleştirilememesidir. Dışarıya çıkmalıdırlar.

İpek bu hayal tarafından heyecanlandırılır. Bir anlığına kendini Mavi'nin kavrayışından kurtarır; Ka ve o pek çok kez aşk sahneleri yaşarlar, en azından biri ateşli ve hassastır; İpek, Ka'yla Almanya'da hemen yeni bir yaşam arzular.

"Almanya'ya gittiğimiz zaman, çok mutlu olacağiz" dedi İpek, kolları Ka'nın boynuna dolalı. "Beni götüreceğin sinemadan bahset."

"Frankfurt'ta Film Müzesi'nin içinde pazar geceleri dublajsız Amerikan sanat filmlerinin gösterildiği bir sinema var." dedi Ka. "İstasyonun çevresindeki restaronlardan birinde duracağız ve döner ve tatlı turşu yiyeceğiz. Eve geldikten sonra, televizyonun önünde rahatlayabiliriz. Sonra sevişeceğiz. Siyasi sürgün maaşımla ve yeni şiir kitabımdan yapacağım okumalarla kazanacağım paramla yaşayabiliriz- ve hiçbirimizin sevişmekten başka bir şey yapmasına gerek kalmaz.

İpek, " Bu çok güzel" dedi.

İpek bu hayal tarafından heyecanlandırılır. Bir anlığına kendini Mavi'nin kavrayışından kurtarır; Ka ve o pek çok kez aşk sahneleri yaşarlar, en azından biri ateşli ve hassastır; İpek, Ka'yla Almanya'da hemen yeni bir yaşam arzular.

Bu hayal çok güzel! Aşklarını çok ateşli yapan şeylerden biri bildiğimize göre kendilerine bir yatak yapmak zorunda olmalarıydı. Eğer seksüel aşkı kastediyorsak, John Donne'nin söylediği gibi, bir çift "bu küçük odayı her bir yer yapabilir", bu çiftin kendi odalarını inşa ettiklerini, paylaşacakları varoluşsal bir yer yarattıklarını görmeliyiz. Burada olmadan önce, hem kendileri hem de diğerleri için savaşmaları gerekiyordu: Ka, içsel izolasyonunu kırmalı ve başka bir kişiye odaklanmalıydı; İpek, ailesinin tasvip ettiği bir aşktan ya da halen birlikte olmak istediği baskın aşığından ayrılmalıydı. Modernizmin insancıl arzularını yerine getirmek için, paylaşılmalıydı. Bu noktadan kavrarsak, ortaklık büyük mücadeleler yaşatır, iyi insanların hiçbir hataları olmadan kaydebilecekleri mücadeleler.

İpek'in şu cümlesi, "Almanya'ya vardığımız zaman çok mutlu olacağız" çok dokunaklı ve kalpkırıcı, başlıbaşına incelenmeyi hakediyor.
Alman- Türk ilişkilerinin yüzyıllar öncesine, Almanya'nın sadece bir eyalet olduğu ve Osmanlı Türkiye'sinin dünyanın en güçlü ülkesi olduğu döneme gittiğini biliyorum. Bugün, bu zeki ve duygusal kadının Almanya'yı hayal etmesi ne anlama gelir? Almanya ve Türkiye ortak derin bir karanlığa sahipler; iki millet de soykırım işlediler. Karanlık daha derine bile gider. 1942 yılında, Hitler'in yakınları Yahudilere karşı "uç tedbirleri"nin uzun dönemli skandal etkileri hakkında endişlendiklerinde, Führer öfkeyle söylenerek, "Ermenileri kim hatırlar" dedi. Yani, Türkiye'nin Birinci Dünya savaşı sırasında Türkiye'nin kitlesel ermeni katliamı sadece kendi içinde canavarca değildi, bununla birlikte eşine rastlanmamış en büyük kitle katliamına hizmet etti. Dahası soykırım politikası insanların sadece yaşamlarını değil, yaşamlarına ait hafızanın bile yokedilmesinin makul olduğu inancına dayanarak oluşturuldu; yani bu soykırım, eğer "haklıysa", hiçbir zaman eleştirilemeyecekti, çünkü kurbanlar hiçbir zaman hatırlanmayacaktı.

Bu sırada, görünüşe bakılırsa, Türkiye eşit ölçüde çalışarak unutmakta zorlandı. Yarım yüzyıl önce isimsiz alkolikler Türkiye'ye uygun düşen çok iyi bir deyim ürettiler: gerçeği kabullenememe. İpek ve onun yaratıcısı gerçeği kabullenemeyen bir ülkenin hayatlarının baharını zehirlediğini ve daha fazla karanlık ürettiğine inanıyor gözüküyorlar. Bu nedenle İpek gidebilmek şansına karşı heyecanlanır ve paylaştıkları ortak karanlığın arkaplanına karşı, bugün pek çok Türk bu nedenle Almanya'yı ve Alman kültürünü ışığın kaynağı gibi görürler. Almanya kendi soykırım geçmişiyle ilgili dürüst ve açık olacağına dair söz verdi. Bu bir nedenle olmalı ilk Türk'ün Almanya'ya çalışmak için gitmesinden yarım yüzyıl sonra, pek çok Türk entelektüeli hala Almanya'yı hala vadedilmiş bölgeleri olarak görür.

Ka ve İpek'i buraya getirmek kahramanca olmalı. Fakat dört gözle bekledikleri hayat, en azından buraya getirecekleri, kahramanca olmayacak, sıradan, "normal" olacak. Ben Bronx'ta büyürken, 2. Dünya savaşından yıllar sonra, orası Holokosttan kurtulmuş Yahudiler ile doluydu. Onlarla tanıştığımda, kasaptılar, fırıncıydılar, terziydiler, taksi şöförüydüler, nalburiye ve kırtasiye dükkanı sahibiydiler. Onlar sadece Ka'nın "en sıradan bakkalı" gibiydiler- filmlere gidecek olan ve ( çoğu benim sınıf arkadaşım ve arkadaşım olan) çocuklarına ödevlerini yapmaları gerektiğini seslenecek olan normal Bronx Yahudi'leriydiler. Fakat pek çoğu konuşmak istememesine rağmen, sadece bir kaç yıl öncesine kadar Nazilere karşı direniş örgütünün kahramanlarıydılar. Korkunç acı çektiler, fakat kurtulduklarında, Ka'nın ve İpek'in olmayı umut ettikleri insanlar olmak için bir şansa sahiptiler.

Modern Kültür tarihi içerisinde, Ka'nın ve İpek'in hayallerine ve umutlarına başkanlık eden tarihi çift Fransız Devrimi anından gelir:onlar, Mozart'ın Sihirli Flutü'nden gelen Papageno ve Papagenadır. Ka ve İpek, iki yüzyıl sonra, Mozart'ın temasının modernist bir türevi olabilirlerdi. Onların kucaklaşmalarına, bütün kitle medyası , filmler ve televizyon tarafından, bilgisayar bağlantıları ve hiperlinkleri ve Amerikanın rüyası - dublajlanmamış Amerika'nın tarafından (Pamuk bunu vurguluyor), Ka ve İpek'in hayal ettikleri şekilde ham ve doğrudan bir Amerika tarafından eşlik edilecek. Amerikalılar onların rüya yaşamlarının ve mutluluğun peşinde koşmalarının bir parçası oldukları için gurur duyabilirler.

Bunların hepsine neden sahip olmamalılar? Gerçekte, sadece bu, yazar tarafından yapılan kadın kahramanı özgürlük treninden alıkoyan etkili bir son dakika dalaveresi. Belki de Pamuk bu yolla daha iyi bir hikaye olacağını düşündü, ve eğer öyle düşünmüşse, kim bilir, belki de haklıydı. Belki de ezilmiş aşk hikayeleri kavuşmayla biten aşk hikayelerinden daha dokunaklıdır. Ya da belki de, en iyi hikaye kavuşmayla bittikten sonra biten aşk hikayesidir: belki de okuyucular için, bu her iki dünyanın en iyisine sahip olmanın bir yoludur. Romeo ve Juliet'i düşünün, ya da, bizim zamanımıza ve dünyamıza daha yakın, Silahlara Veda'yı düşünün

Fakat bir hikayenin mantığıyla ve bir tarihin mantığı arasında bir fark var. 21. yüzyılın başında, bizim tarihimiz, edebiyatımızdan daha çıktı. Büyük sayıda insan dünyanın her tarafından kabus gibi olaylardan kaçtılar ve Amerika onlara nefes alacak bir alan verdi. Herhangi bir Cumartesi ya da Pazar öğleden sonrası, Herald Meydanında, Telegraph Caddesinde, alış veriş merkezlerinde, her çeşit Amerikan mekanlarında, Pamuk'un ve benim hiç duymadığımız, coşkulu yeni bir hayatla bebeklerini ultra-modern kaçakçıların çevresinde enayileştiren, İpek ve Ka'ya benzeyen pek çok çift bulabilirsiniz. ( Genellikle onlar farklı renklerdir) Onlara süper bir ad verebiliriz: Modernist Liberalizmi Yaşayanlar.

Aliza Marcus'la geçtiğimiz haftalarda Genç Siviller ofisine yaptığı ziyaret sırasında yapmış olduğumuz söyleşinin metni aşağıda. Marcus geçmiş zamanlarda tutulan ses kayıtlarından dolayı çok zor durumlara düştüğü için bütün konuşma el yazısıyla kayda geçirildi...






(Fotoğraf; Ahmet Turan Han)


“PKK konusunu 1989'dan beri takip ediyorum. 1994'de bölgeye kimse gitmek istemediği için gitmeye karar verdim. O sıralarda Reuters'da çalışıyordum ve diğer arkadaşların eşleri ve çocukları vardı. Onlar gitmek istemiyorlardı, korkuyorlardı çünkü. Türkiye'ye geldiğimde herkes PKK'yı ve Apo'yu konuşuyordu. Zamanla fark ettim ki bu konu hakkında konuşanlar hiçbir şey bilmiyordu.
Cudi Dağı'nda kaldım ve daha sonra Kuzey Irak'da PKK'lılarla görüştüm. Sonra bildiğiniz gibi bana bazı davalar açıldı. Fakat Amerikalı olduğum için ve Reuters'da çalıştığım için pek korkmuyordum. Daha sonra ise yapmak istediğim araştırma ile ilgili bir vakıftan fon buldum ve Berlin'de bir kitap yazmaya başladım. Biliyorsunuz Berlin adeta eski PKK'lıların merkezi gibi.
Başlarda aslında ben de çok fazla şey bilmiyordum. “İnsanlar PKK'yı neden ve nasıl destekledi?” şeklinde aklıma gelen soruları zamanla cevapladım.
Pek çok PKK'lıyla görüştüm. Fakat örgütte olanlar tam olarak konuşamıyorlardı. Çünkü örgüte bağlıydılar. Bu yüzden kitabı yazarken eski röportajlardan da yararlandım. Berlin'deki PKK'lılarla da görüştüm.
Bence PKK şu an en güçlü döneminde, kurumsallaştı ve siyasallaştı. PKK şu an far kediyor ki bu savaşı kazanamaz. Halk savaşılmasını istiyor, çünkü savaş devlete baskı yapıyor. PKK çözümün siyasal olacağını düşünüyor. DTP'ye ağırlık veriyor.
Halk PKK'yı destekliyor. Savaş sınırda oluyor. Şehirlerde bir şey görmüyorsun, insanlar gece vakti sokaklarda dolaşıyorlar. Aslında ortada bir “savaş” yok. Savaş kelimesi basit anlamda kullanılıyor. (Bazıları tarafından) sorunun detayına inilememesi için “savaş” kelimesi kullanılıyor. Şu sıralar her yerde “çözümle” ilgili konuşmalar, yazılar görüyorum. Ama ben çok umutlu değilim. Çünkü nasıl çözüleceğiyle ilgili bir görüş yok. Evet geçmişe nazaran bir ilerleme var ama büyük bir bütünün küçük bir parçasında gerçekleşen bir şey bu. Bu yönden daha lokal. (Tansel Parlak'ın Diyarbakır'da Emine Ayna'ya sorduğu “sizi Müslüm Gürses'e benzetiyorum" sorusuyla ilgili konuşulduktan sonra)
Emine Ayna bana göre çok güzel konuşuyor. Ne istediği belli en azından, radikal olsa da ne istediğini biliyor. Ama üslubu sert tabii.

Kitaba çok düzeysiz eleştiriler yapıldı. PKK'lılar tarafından “hainlerle” görüşüldü dendi. Peki kitap Diyarbakır'da nasıl karşılandı?

Kitap satışı şu an çok iyi Diyarbakır'da. Sanırım PKK bir halk örgütüdür dediğim için bu böyle. Bir gün Apo'ya kitabımı göndermek istiyorum.

Kitap hakkında başka olumsuz tepkiler aldınız mı?

Bir kişi geldi bugüne kadar “kitabınızdan nefret ediyorum dedi. Sonradan öğrendim ki gelen bu adam PKK'lıymış. Bir ara DTP'den biri aradı. Kitabınızı okuyorum ama resmi bir görüş yok dedi.


PKK'lılar neyi eleştiriyor kitapta?

“Hainlerle görüştün” diyorlar. Aslında herkese hain diyorlar. Bunun dışında bir şeye karşı çıkamıyorlar. PKK içinde de yazdıklarımı beğenenler var ama açık açık söyleyemiyorlar. Tek görüş, Tek örgüt hakim PKK'da muhalif görüş olamaz.
Sanırım şu an çözüm için çok iyi bir an. Çünkü halk Apo'yu dinliyor. Apo dese ki “herkes Yunancayı öğrensin” herkes öğrenmeye başlar. Apo önemli bir figür ama Kürtlerin tamamını temsil etmiyor tabii. Murat Karayılan, Apo bence çok önemli. Çünkü Türkiye (Devlet demek istiyor) bu kişilerle konuşursa, bu ikisi çözüm yaratabilirler. Belki de gelecek kuşak böyle olmayacak. PKK parçalanabilir ve çözüm zora girebilir.



Parçalanırsa çözüm daha kolay olmaz mı?

Parçalanırsa radikalleşebilir. Mesela Diyarbakır'da bazen protestolar oluyor. Bunlar kendiliğinden oluyor ve PKK daha sonra gelip bunları kontrol altına almaya çalışıyor. Halk PKK'yı dinliyor. PKK halkı genel olarak bir anlaşma yapmaya ikna edebilir.

Peki bu tek kişiye karşı sevgiyi (Apo kastediliyor) neye bağlıyorsunuz?

Bu zor bir soru doğrusu. PKK içinde Öcalan devamlı olarak birine yer vermedi. Apo devamlı örgüt içinde değişiklikler yaptı. Mesela Öcalan yakalandığı zaman ben şaşırdım. Çünkü öyle şeyler söyledi ki halk utandı. Ama zamanla unutuldu. Zaten şu an Apo'nun ne söylediği pek anlaşılmıyor. Ekolojik toplumla ilgili yazdığı şeyleri okudum ve bir şey anlamadım.

Ben eski bir PKK'liyim. Bence kitap dengede. Daha objektif yazmışsınız piyasadaki diğer kitaplara göre. Aklı başında olan bir Kürt buna tepki göstermez. Ama bence PKK içinde faaliyet gösteren kişilerle de görüşebilirdiniz.

Aslında ben onlarla da görüştüm. Fakat kayıta izin vermiyorlardı, defter yoktu.

Peki duyduğunuz bunca hikaye içerisinde en çok sizi ne etkiledi? Hangi Hikaye?

Bir kadın vardı mesela Nusaybin'de. 13 yaşında PKK'ya katılmıştı. Bu biraz pişmandı. Onu bulup sordum, “Pişmanmışsın” diye. O dedi ki, “Benim hayatımı bilseydin, baban beni okula göndermek istemedi. 15-16 yaşında evlendireceklerdi. En azından daha serbest oldum. Kendi kendimi yetiştirdim.” Bazı genç kızlar için PKK özgürlük alanı...
Aslında başka bir adamdan daha etkilendim. Örgütün içerisinde nasıl bir infaz sistemi var onu anlattı. Çok şaşırdım. Dağda karar alınmış. “Karasu” diye biri infaz edilecekmiş. Fakat başka biri infaz edilmiş, Karasu ortada dolanıyormuş. Bunu anlatan adam sonra güldü. Çok şaşırdım gülmesine ama zamanla ben de alıştım. Yani dağda adamların böyle ölmesi çok kolay ve olağan.

Emirleri kim veriyordu, Öcalan mı?

1995'ten önce sadece Öcalan'dan emir alınırdı infazlar için. Muhalif olmak, şüpheli olmak, cinsel ilişki, aşk infaz sebebiydi. 1995'ten sonra infazlar azaldı. Aslında bu katı uygulamalar anlaşılır. Mesela dağdan biri kaçarsa her şeyi askerlere söyleyecek. Kampın yerini her şeyi. Sonra da askerler oraları bulacaklar. Bu yüzden sertler, her örgüt böyle ama PKK biraz daha sert.
DTP şu an PKK çok yakın. PKK legal oluşuma ağırlık veriyor. Ama Kürtler PKK'yı (Devlete) bir baskı unsuru olarak istiyor.

PKK ile ordu arasındaki ilişki yani Ordu'nun PKK'ya göz yumması, mesela “dağda yanımızda PKK'lılar geziniyordu, komutan emir vermediği için vurmuyorduk” gibi söylentiler yayılıyor. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Öyle bir şey duymadım. Zannetmiyorum.

Peki PKK ile Türkiye anlaştı. Ama Suriye'de Kürtler vatandaş bile değil. Onlar ne olacak, nasıl ikna edilecek ?

Bence oradakiler Irak Kürdistanı'na geçebilirler.

Mesela Bahoz Erdal Suriyeli bir katil olarak zihinlerde mahkum edilmiş. Bu adam nasıl ikna edilecek çözüm sürecinde?

Irak Kürdistanı'nda kalabilir. Nasıl bir af olacağı belli değil ama bu adamlar kahraman olarak görülecekler. Belki bazıları DTP içinde yer alacaklar.


Emine Ayna Diyarbakır'da “Ermenilerin Ermenistan'ı, Rumların Yunanistan'ı var, bize sahip çıkacak kimse yok” dedi. Kuzey Irak'taki devlet de onları tatmin etmeyecek. Sizce devlet istiyorlar mı şu an?

Türkiye'deki Kürtler otonomi istiyor. Mesela o açıdan kimse Irak Kürdistanı'na gitmiyor. Orayı sahiplenmiyorlar. Onlara göre Irak Kürdistan'ı herhangi bir bölge gibi. Sadece Memurlar, insanlar falan Kürtçe konuşuyor onlara göre. Diğer her şey aynı.
Ben otonomiye inanıyorum. Yerel bir meclis olmalı. Yerel Meclis olursa çok farklı sesler olacak. DTP, AKP, CHP olacak.

Peki PKK nasıl hesap verecek? Öldürülen Mühendisler, Öğretmenler, Doktorlar, Korucular var. Ortadan kaldırılan köyler, yakılan araziler, öldürülen hayvanlar var.

Bence iki taraf da hesap verecek. Faili meçhuller falan. PKK bence her şey için hazır.


PKK için talepler mi daha önemli şu an yoksa af mı?

Bence her ikisi de aynı anda olmalı. Biri olur diğeri olmazsa anlamsız. Bence “silahlar bırakılsın, haklar sonra alınır” görüşü başarısız olacak.


DİSK'in hazırladığı anayasa taslağındaki yerel meclisler sizce yeterli olur mu?

Disk'in anayasasındaki yerel meclisler tatmin edici olabilir. Fakat Türkiye genelinde yüz binlerin “barış” için yürüdüğünü göremiyoruz. Mesela TRT Şeş kuruldu kimse “nereden çıktı“ da demedi bunun için. Öyle ki “Öcalan serbest” dense “öyle mi tamam” denilebilir. (Tepkisizlik var anlamında)
Şırnak'taki AKP'lilerle görüştüm. Onlar da mesela TRT Şeş'ten memnun olmadılar. Dediler ki devlet açacağına biz açalım o kanalları, daha iyi olur.

DTP, PKK'yı nasıl siyasallaştırabilir. Şiddet dili nasıl törpülenebilir?

Bence PKK siyasallaştı. Her şey bittikten sonra PKK silah bırakacak. Mesela Ahmet Türk'ün (geçen hafta öldürülen askerlerle ilgili PKK'yı uyaran sözleri) hoş karşılanmadı. Öyle dediler bana. Halk PKK'ya bakıyor bence. Önemli olan Ahmet Türk'ün bunları söyleyebilmiş olması ve söyleyecek olması. Ama PKK silah konusunda hassas.

About this blog

İzleyiciler

Blogger tarafından desteklenmektedir.