önetmenliğini Aleksandr Buravsky'nin yaptığı 2009 yapımı bir savaş filmi Leningrad. 2. Dünya Savaşı'na damgasını vuran Leningrad kuşatması çevresinde gelişen olayları konu alıyor. Tarih filmlerini her zaman seyretmeyi sevdiğim için bu filmden çok şey beklediğimi itiraf edeyim. Sonuç ise tam bir hüsran oldu.
Öncelikle gerçektende bu ülkede okuduğunu anlayamama gibi bir problem var. Kitapla ilgili sadece ekşi sözlük'teki olumsuz yorumların mantıksızlığını gördükten ve öte taraftan kitap okumaktan anlamayan ya da okudukları kitaplar Da Vinci Code tarzı pop bayağlıklardan ötesine gitmeyen tiplerin usta birer edebiyaçı edasıyla yazdıkları şeyleri okuduktan sonra bunun böyle olduğuna ikna oldum.
1945 yılında yazılmış olan ve şehir hayatının insan üzerine özellikle bir ergen üzerine etkilerini ele alan bir kitaba “klişe” deme cürretini gösterenler bile olmuş. Kitaptaki “tespitler” sikik Ekşi Sözlük yorumlarını aratmyormuş. Bu kitap yazıldığında arkadaşın babası bile doğmamıştı ve muhtemelen şu an piyasada çokça gördüğümüz ithal ikameci taklit kitaplarda piyasada yoktu. Yani taklit dediği kitap, bugün “orjinal” bulduklarının atası, herifin haberi yok. Hadi bu argümanı geçtik, kitabın yazarı J.D. Salinger'la ilgili “yeterince kelime bilgisi yokmuş zaarın, o yüzden çok sıkıldım” denmesine ne buyurmalı? Bir ergenin ağzından anlatılan bir romanda, anlaşılan Dostoyevski'nin ya da Tolstoy'un yahut Balzac'ın edebi derinliği bekleniyordu. Bu kadar komik bir gerekçeyle de eleştirilmez ki.
Mesela sadece şu tespit bile kitabın derinliği konusunda bir işaret veriyor;
Now and then you just saw a man and a girl crossing a street with their arms around each other's waists and all, or a bunch of hoodlumy-looking guys and their dates, all of them laughing like hyenas something you could bet wasn't funny. New York's terrible when somebody laughs on the street very late at night. You can hear it for miles. It makes you feel so lonesome and depressed.
Kitabın tamamını okuduktan sonra Salinger'ın neden kendini “münzevi bir hayata” gömdüğünün ve yıllardır neden bir kitap bile çıkarmadığının sebeplerini rahatça görebiliyorsunuz. Kimilerince sosyopatlar tarafından kitabın çok sevildiği söylense de, bir best seller olarak binlerce adet satmış olması ya toplumun sosyapatlardan oluştuğunu ya da yargının yanlışlığını ortaya koyuyor. Salinger kitabın içerisinde gündelik yaşamımızda karşılaştığımız bütün sorunlarla ilgili düşündüğümüz gerçekleri hiç eğip bükmeden yerleştirmiş. Sinemada seyrettiği klişe bir filmi “hakikat” diye öven sığ bir adamdan, yakışıklı olduğu için dünyanın kendisine taptığını sanan andavaldan yahut “entelektüel” olduğu için çevresindeki herkesi küçümseyen ve tek söz söyleme hakkını kendinde gören çakma beyfendiye kadar herkesin tutarsızlıklarını espirili bir dille ortaya sürüyor. Kitapta bir ergenin karşılaştığı seksüel sorunların en vurgulu olanı Holden Clausfield'ın sex konusunda başarısız olması. Daha sonradan italyan hocası Antonio ile yaşadığı bir macera var ki benim aklım Anayurt Oteli'ndeki Zebercet'i getirdi.
Salinger'ın bu kitapta asıl anlatmak istediği şey, normal bir öğrenim hayatından sonra yaşayacağı her şeyin birer kuralmışcasına birbirinin aynısı bayalığılıkları içerecek olması. Yani şehir yaşamının belki de kapitalist sistemin öngördüğü çarklar arasında kendi tercihleri vasıtasıyla özgür olduğunu, istediğini yaptığını düşünürken, diğer yandan kendisine aslında hiç seçme hakkı bırakılmamış, ufak tefek tercihlerle yaşamını devam ettirecek olması. O yüzden kız arkadaşıyla her şeyi bırakıp küçük bir kasabaya gitmek, arabada, karavanda ne bulursa oralarda yatıp kalkmak, şehirden kaçmak istiyor. Çünkü Hikmet Kıvılcımlı'nın çok iyi bir şekilde işaret ettiği gibi, medeniyetin her türlüsü bir şekilde kendi sömürü faaliyetlerini içerisinde barındırıyor ve bundan kurtuluş, o medeniyetin aslen ortaya çıktığı şehirden ve şehir hayatından kaçmadan mümkün değil.
"Nereden çıktı bu Nanking?" diyorsunuzdur büyük ihtimal, "Nedir bu nanking"?
ABD'de milyonlarca insan tarafından seyredilen vlog'ların Türkiye'de doğru düzgün bir benzerini daha göremedim. Son günlerde cagatayca.com adlı blog'ta iyi niyetli bir çaba ve "videoblog nasıl yapılır?" içerikli iyi tavsiyeler veren bir video bulunsa da ve listeny.com'da yarı müzik programı tarzında bir şeyler yapılsa da bence bunlar genel olarak yetersiz.
Dowson işin öyle bokunu çıkarmış ki ana kanalından başka iki tane daha kanalı var ve onlar da izlenme rekorları kırıyorlar. Dowson'ın bu kadar başarılı olmasını sağlayan nedenlerin en başından yaptığı videoların interaktif bir yanının olması geliyor. Her video sonunda yapmış olduğu mizansenle ya da yorumla ilgili izleyicilerinden karşı videolar bekliyor. Bu şekilde izleyici de işin içine dahil olduğunu hissediyor. Unutmadan Dowson'ın her videosunun ortalama bir buçuk milyon hit aldığı söyleyelim. Dowson'ın kendisi de dahil olmak üzere pek çok gencin bu şekilde ABD'de başarıyı yakaladığını, yerel tv'lerde program yaptıklarını hatta ABD'yi şehir şehir dolaşırak izleyicileriyle buluştuklarını ayrıca belirmeme gerek yok heralde.
Londra Üniversitesi'nden iki araştırmacı görsel imajlara karşı verdiğimiz tepkilerin müzik tarafından etkilendiğini kanıtladıklarını iddia eden bir yazı yayınladılar. "Müzik tarafından duyguların çapraz Transferi" adlı makalede, "Joydeep Bhattacharya ve Nidhya Logeswaran bir insan yüzünün resmine bakan insanların eğer bakmadan önce 15 saniyelik bir müzik parçası dinlerlerse resimdeki yüz tarafından gösterilen duyguyu değerlendirmekte etkilenebileceklerini açıkladı. Eğer müzik "mutlu"ysa, özne, resim tarafından gösterilen yüz ifadesini daha çok "mutlu" olduğu yargısına varıyor- hatta ifade nötr olsa bile- ve diğer şekillerde de.
Mesela Ayasofya'nın içini betimleyen bir resme baktığımda, resimde anlatıldığı gibi namaz kılan ihtiyarlar değil, mekanın kokusu zihnimde beliriyor. Ya da unutulmuş bir sahil kıyısını gösteren, bazen acemice, bazen isteyerek biçimsiz çizilmiş masaları, porselen takımlarını gördükçe aklıma ne kadarda kusursuz bir yaşam kurguladığımız geldi. İnadına, bütün resimlerde insanlar pek güzel, ama cidden güzel, sanki bir hayal dünyasında, Türkiye'de değilde, farklı iklimlerin oluşturduğu çeşitli güzellikleri tattığımız bir İstanbul masalındaymışız gibi...
Biliyorum başlık eğreti duruyor. Fakat blog'u sayfa olarak çevirmek çok da hoş olmayacaktı benim için. Bloglamaya başlayalı çok uzun süre olmadı fakat sizin de benim gibi blog'un insan psikolojisi üzerine etkilerini kısa sürede çözümleyeceğinize eminim.