önetmenliğini Aleksandr Buravsky'nin yaptığı 2009 yapımı bir savaş filmi Leningrad. 2. Dünya Savaşı'na damgasını vuran Leningrad kuşatması çevresinde gelişen olayları konu alıyor. Tarih filmlerini her zaman seyretmeyi sevdiğim için bu filmden çok şey beklediğimi itiraf edeyim. Sonuç ise tam bir hüsran oldu.




(2. sınıf video oyunlarından çakma film afişi)



Öncelikle onlarca hikayenin bulunduğu bir şehirden bu kadar tırt bir senaryo nasıl çıkarılabilmiş anlamış değilim. Bütün konu 2 kişi , İngiliz asıllı gazeteci Kate Davis ve askeri polis Nina Tsvetkova, üzerinden şekilleniyor. Filmin başında gördüğümüz küçük bir çatışma sahnesi ve "iyi yürekli Alman Pilotu" mesajının verildiği "bombalama sahneleri" dışında herhangi bir savaş sahnesi göremiyorsunuz. Yani film tamamiyle şehrin içinde gerçekleşen sessiz katliama kilitlenmiş durumda.


Peki bunu iyi verebiliyor mu?

Hayır veremiyor, çünkü kurgudaki kopukluklar, bir sahne ile diğer sahne arasında kurulamamış olan bağlantılar ve ana karakterlere eşlik eden yan karaktelerin de en az onlar kadar ilgiyi hak eden yaşamları filmi iyi yapılamamış bir aşureye çevirmiş. Hem Leningrad sanat çevresinden ünlü bir ismi, hem Pravda baş yazarını, babası Devrim sırasında Beyaz Ordu'ya komutanlık yapmış olan bir İngiliz gazeteciyi, 10 yaşında satranç dahisi olan küçük bir çocuğu vs. bir araya koy, hem de buradan bütünsel bir film çıkmasını bekle. Bu mümkün değil. Gerçek olaylara dayanan film, açlık ve onun çevresinde şekillenen olaylardan çok Sovyetler'in takıntıları üzerinden ilerliyor. 1,5 milyon insanın öldüğü söylenen bir şehrin hikayesi böyle mi anlatılmalıydı? Sonu nereye gittiği belli olmayan bazı sahneler, mesela Askeri Polis Nina'nın dudaklarını ruj sürüp başka bir askeri baştan çıkartmaya çalıştığı sahne gibi, sanki film kısaltılmaya çalışılırken koparıp atılmış gibi duruyor.

Peki zorlamalara ne demeli? Hitler'i oynayan kişinin uzun boylu, geniş vücutlu seçilmesi, kötü kullanılmış bilgisayar teknolojileri sayesinde sırıtan uçak bombalamaları, yani neresinden tutsak elimizde kalıyor.



(Geniş Omuzlu, Uzun Boylu Führerimiz)

IMDB'de de "görülmesi gereken harika bir drama" diyen arkadaşlar da başka bir film seyrettiler heralde. En çok üzerinde durdukları konu ise "karakterlerin iyi bir şekilde anlatılması". Evet 5-10 dakikayan pek çok kişinin hayatını özetleyerek koyarsan muhteşem bir karakterleştirme oluyor(!)

Son olarak bu kadar kızdığıma bakmayın. Hiçbir şey vermese bile Rusların çaresiz savunu girişimlerini göstermesi bakımından güzel bir film. En azından Alman otomobilleri için bile seyredilebilir. Umarım Leningrad'ı "provokatif" bir şekilde anlatan başka bir film daha görebiliriz. Bu haliyle klişe ve yetersiz bir film olmaktan kurtulamıyor çünkü.


Biliyorum hepiniz okudunuz bu kitabı. Sadece ben okumamışım ama. O yüzden Ömer'de kitabın orijinal nüshasının bir örneğini görünce balıklama atladım hemen. Birkaç günde bitti. Sonradan yaptığım şey ise ekşi sözlük'ü açıp yazılan şeyleri okumak oldu. Birkaç tanım dışında neredeyse hepsi hayal kırıklığı...
Neden mi?
Öncelikle gerçektende bu ülkede okuduğunu anlayamama gibi bir problem var. Kitapla ilgili sadece ekşi sözlük'teki olumsuz yorumların mantıksızlığını gördükten ve öte taraftan kitap okumaktan anlamayan ya da okudukları kitaplar Da Vinci Code tarzı pop bayağlıklardan ötesine gitmeyen tiplerin usta birer edebiyaçı edasıyla yazdıkları şeyleri okuduktan sonra bunun böyle olduğuna ikna oldum.

1945 yılında yazılmış olan ve şehir hayatının insan üzerine özellikle bir ergen üzerine etkilerini ele alan bir kitaba “klişe” deme cürretini gösterenler bile olmuş. Kitaptaki “tespitler” sikik Ekşi Sözlük yorumlarını aratmyormuş. Bu kitap yazıldığında arkadaşın babası bile doğmamıştı ve muhtemelen şu an piyasada çokça gördüğümüz ithal ikameci taklit kitaplarda piyasada yoktu. Yani taklit dediği kitap, bugün “orjinal” bulduklarının atası, herifin haberi yok. Hadi bu argümanı geçtik, kitabın yazarı J.D. Salinger'la ilgili “yeterince kelime bilgisi yokmuş zaarın, o yüzden çok sıkıldım” denmesine ne buyurmalı? Bir ergenin ağzından anlatılan bir romanda, anlaşılan Dostoyevski'nin ya da Tolstoy'un yahut Balzac'ın edebi derinliği bekleniyordu. Bu kadar komik bir gerekçeyle de eleştirilmez ki.
Mesela sadece şu tespit bile kitabın derinliği konusunda bir işaret veriyor;

Now and then you just saw a man and a girl crossing a street with their arms around each other's waists and all, or a bunch of hoodlumy-looking guys and their dates, all of them laughing like hyenas something you could bet wasn't funny. New York's terrible when somebody laughs on the street very late at night. You can hear it for miles. It makes you feel so lonesome and depressed.


Kitabın tamamını okuduktan sonra Salinger'ın neden kendini “münzevi bir hayata” gömdüğünün ve yıllardır neden bir kitap bile çıkarmadığının sebeplerini rahatça görebiliyorsunuz. Kimilerince sosyopatlar tarafından kitabın çok sevildiği söylense de, bir best seller olarak binlerce adet satmış olması ya toplumun sosyapatlardan oluştuğunu ya da yargının yanlışlığını ortaya koyuyor. Salinger kitabın içerisinde gündelik yaşamımızda karşılaştığımız bütün sorunlarla ilgili düşündüğümüz gerçekleri hiç eğip bükmeden yerleştirmiş. Sinemada seyrettiği klişe bir filmi “hakikat” diye öven sığ bir adamdan, yakışıklı olduğu için dünyanın kendisine taptığını sanan andavaldan yahut “entelektüel” olduğu için çevresindeki herkesi küçümseyen ve tek söz söyleme hakkını kendinde gören çakma beyfendiye kadar herkesin tutarsızlıklarını espirili bir dille ortaya sürüyor. Kitapta bir ergenin karşılaştığı seksüel sorunların en vurgulu olanı Holden Clausfield'ın sex konusunda başarısız olması. Daha sonradan italyan hocası Antonio ile yaşadığı bir macera var ki benim aklım Anayurt Oteli'ndeki Zebercet'i getirdi.


Salinger'ın bu kitapta asıl anlatmak istediği şey, normal bir öğrenim hayatından sonra yaşayacağı her şeyin birer kuralmışcasına birbirinin aynısı bayalığılıkları içerecek olması. Yani şehir yaşamının belki de kapitalist sistemin öngördüğü çarklar arasında kendi tercihleri vasıtasıyla özgür olduğunu, istediğini yaptığını düşünürken, diğer yandan kendisine aslında hiç seçme hakkı bırakılmamış, ufak tefek tercihlerle yaşamını devam ettirecek olması. O yüzden kız arkadaşıyla her şeyi bırakıp küçük bir kasabaya gitmek, arabada, karavanda ne bulursa oralarda yatıp kalkmak, şehirden kaçmak istiyor. Çünkü Hikmet Kıvılcımlı'nın çok iyi bir şekilde işaret ettiği gibi, medeniyetin her türlüsü bir şekilde kendi sömürü faaliyetlerini içerisinde barındırıyor ve bundan kurtuluş, o medeniyetin aslen ortaya çıktığı şehirden ve şehir hayatından kaçmadan mümkün değil.



"Nereden çıktı bu Nanking?" diyorsunuzdur büyük ihtimal, "Nedir bu nanking"?


İtiraf etmeliyim ben de öyle dedim kendi kendime, hele siyah beyaz çekilmiş olmasından dolayı "Schindler list" özentisi gözüyle baktım bu filme. Halbuki bize ilkokul kitaplarımızdan, üniversiteye kadar propoganda edilen Japon ve Alman insan profilinden çok daha farklı hayatları gözümüze sokan ve belki de 2. Dünya Savaşı'nda işlenmiş en büyük cinayetlerden birinin konu alındığı bir film Nanking! Nanking!. Yapımı Çin ve Hong Kong işbirliğiyle gerçekleştirilmiş, (her iki ülke bugün görünürde bir olsa da, her şeye rağmen ayrı olmaya devam ediyorlar.)

İngilizce ismi ise "City of Life and Death". Çin'de vizyona girdiği ilk günden itibaren zirveden düşmemiş.






Film Japonların kısa bir mücadele sonucunda o zamanki Çin'in başkenti Nanking'e girmeleriyle başlıyor. Onca savaş sahnesi ve küçüp çaplı çatışma karelerinin ötesinde filmin anlattığı başka şeyler var. Çoğumuz hayatımız boyunca "toplu tecavüz" nedir diye kendimize sorarız da, cevabını bulamayız belki. Bu film işte toplu tecavüzün, insanlıktan uzaklaşmanın, kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin bütün bir katliamın profilini sunuyor bizlere. Küçük rübetli Japon subaylarının savaş sırasında sahip oldukları yetkeyle, Nanking ortasında kurulmuş olan ve sadece silahsız mültecilerin yer aldığı "Güvenli Bölge'nin" nasıl da "toplu taciz" için bir "güvenli alan" haline getirildiğini ortaya koyuyor.


(Filmde "Orospu Çocuğu" nasıl olunuru gösteren Japon askerleri)


Binlerce Çin esirinin sistematik bir biçimde katledilmesinin yanı sıra, bu katliamları önlemeye çalışan insanlardan bir tanesinin de NAZİ Parti üyesi olması bir hayli enteresan. John Rabe adlı Alman işadamının Nanking'te kurtardığı insan sayısının binlerce olduğu söyleniyor, elinden geldiğince gösterdiği çaba, Führer'in onu Almanya'ya çağırmasıyla sonuçlanıyor, anlaşılan bu çabaları yüzünden de bir hayli fırça yemiş. Batılı bir "halkı" katletmekte tereddüt etmeyen Führer'in, "insanlığı şüpheli olan" evrimce geri kalmış Çinliler için üzülmesi mi gerekiyor Allah Aşkına?

( John Rabe)



Imdb'de çin asıllı olan bir yorumcunun söylediklerine bakılırsa, bu film işlenen vahşetin yanında sadece bir fragman olarak kalıyor. Yorumcu filmde uzun süre gösterilen cinsel ilişki sahnelerine, geçiş sahnelerine takılmış. Halbuki filmi gerçekçi kılan şeyler de bunlar olmuş. Filmde bu manada ilginç sahnelerden biri de, Japon askerlerinin tacizine uğramamak için saçlarının kesilmesini isteyen Çinli bir fahişenin bu reddetmesi ve "ha japonlar, han çinliler ne fark eder?" sorusunu sorması. Çünkü o kadın saçları kesildikten sonra savaş biterse neyle geçineceği sorusunu kendisine soruyor. Ve gizli bir "fahişemiz ancak bizim fahişemiz olabilir" düşüncesine tokat gibi bir cevap veriyor.




Neyse daha fazla anlatmak istemiyorum ama filmin sonundaki bir olaya değinmeden geçemeyeceğim, filmi seyretmeyenler burayı okumak istemeyebilir ama filmin gidişatı açısından da süpriz bir sonuç değil bu.

Japon askerleri içerisinde tecavüze karışmayan ve ilk cinsel tecrübesi bir fahişeyle yaşayan eğitimli bir subay var. Bu subay filmin sonunda kendisine teslim edilen bir çocuk ve adamı emrine verilen asker vasıtasıyla öldürmeyi reddediyor ve askeri salıyor. Burada söylediği söz gerçekten de etkileyici;
"Yaşamak, ölmekten daha zor".

Asker bu emri aldıktan ve cümleyi duyduktan sonra geri dönüyor ve komutanını teşekkür edercesine içtenlikle selamlıyor. Kadokowa adlı subayımız ise çiçeklerle dolu tarlada bir süre ağlıyor ve kafasına sıkıyor... Japon askerlerinin en onurlusu da böylelikle hayatına çiçekler arasında son veriyor. Yani japonlar onurunu yitiriyor.

Evet, Nagazaki ve Hiroşima bir katliam, Japonların Çin'de yaptıkları da bir katliam.

İkisi arasında tercih yapmamız mümkün değil, faşistler her yerde faşist.




ABD'de milyonlarca insan tarafından seyredilen vlog'ların Türkiye'de doğru düzgün bir benzerini daha göremedim. Son günlerde cagatayca.com adlı blog'ta iyi niyetli bir çaba ve "videoblog nasıl yapılır?" içerikli iyi tavsiyeler veren bir video bulunsa da ve listeny.com'da yarı müzik programı tarzında bir şeyler yapılsa da bence bunlar genel olarak yetersiz.


Mesela Çağatay'ın tavsiyeler verdiği videosunda kendisinin de bahsettiği üzere kamerasının kalitesiz olması dışında, kameraya çok uzak olması, arkada görülmemesi gereken çok fazla gereksiz ayrıntı bulunması ve daha da kötüsü konuşurken onlarca defa duraklaması ve konuşmasını bu sebeple gergin bir havada tamamlaması gibi bir durum söz konusu. Ama elbette, bu işe Türkiye'de başlayan nadir insanlardan biri olduğu için zamanla profesyönelleşeceğine kuşku yok.





Diğer iyi niyetli çabalardan biri de, gündemden adını verdiği programla bir kaç video yapan arkadaşın uğraşları. Onun da 1 sene önce başladığı vlog macerası kısa sürmüş anlaşılan. Çünkü her ne kadar arada politik gündeme dair iyi espiriler patlatsa da ürünü iyi pazarlayamamaktan kaynaklanan bir sorunu var. Ayrıca 2008 yılında bu işe girişmekte iyi cesaret doğrusu. Burada pazarlamanın önemli noktalarından birine geliyoruz; ürünü doğru zamanda, doğru şekilde vermekle ilgili olanına.

Bunun dışında blog sahibinin doğrudan gözükmediği fakat yaptığı işlerle ilgili olan bloglar da yok değil. Fakat ABD'de fırtınalar koparan juicystar gibi bir vlog sahibi de göremedik. (ilgilenenler için juicystar şu adreste makyaj ve saç modellerine ve modasına dair izlenme rekorları kıran videolar yapıyor.)

Gelgelelim bu işin pirine. Shane Dowson'ın youtube için hazırladığı ve politik, erotik, poetik hatta pop kültürle ilgili mizansenlerin bulunduğu videoların takipçileri bir hayli fazla.


Dowson işin öyle bokunu çıkarmış ki ana kanalından başka iki tane daha kanalı var ve onlar da izlenme rekorları kırıyorlar. Dowson'ın bu kadar başarılı olmasını sağlayan nedenlerin en başından yaptığı videoların interaktif bir yanının olması geliyor. Her video sonunda yapmış olduğu mizansenle ya da yorumla ilgili izleyicilerinden karşı videolar bekliyor. Bu şekilde izleyici de işin içine dahil olduğunu hissediyor. Unutmadan Dowson'ın her videosunun ortalama bir buçuk milyon hit aldığı söyleyelim. Dowson'ın kendisi de dahil olmak üzere pek çok gencin bu şekilde ABD'de başarıyı yakaladığını, yerel tv'lerde program yaptıklarını hatta ABD'yi şehir şehir dolaşırak izleyicileriyle buluştuklarını ayrıca belirmeme gerek yok heralde.





Bütün bunlardan sonra başlıkta belirttiğimiz soruya gelelim;
Türkiye'de video blog yok, çünkü halen ortalama bağlantı hızımız, ABD olduğu gibi kaliteli videolar upload etmemizi engelliyor. En önemlisi youtube hala kapalı, altedebiliyorsak da bu böyle. Sonrası blog dünyasının yaygınlaştığı, herkesin bir blog açtığından şikayet edildiği bugünlerde milyonlarca insan blog nedir onu bile bilmiyor, bu gençler arasında da böyle. Bununla birlikte bizde kamera karşısında konuşma alışkanlığı neredeyse hiç yok. Özellikle internette zaman harcayan tiplerin pek çoğunluğunun asosyal olduğu gerçeğini de eklersek, ve bu tiplerin kamera karşısında iyice sıçacağını da akla getirirsek neden vlog yok sorusunun cevabını da bulmuş oluruz sanıyorum.

Londra Üniversitesi'nden iki araştırmacı görsel imajlara karşı verdiğimiz tepkilerin müzik tarafından etkilendiğini kanıtladıklarını iddia eden bir yazı yayınladılar. "Müzik tarafından duyguların çapraz Transferi" adlı makalede, "Joydeep Bhattacharya ve Nidhya Logeswaran bir insan yüzünün resmine bakan insanların eğer bakmadan önce 15 saniyelik bir müzik parçası dinlerlerse resimdeki yüz tarafından gösterilen duyguyu değerlendirmekte etkilenebileceklerini açıkladı. Eğer müzik "mutlu"ysa, özne, resim tarafından gösterilen yüz ifadesini daha çok "mutlu" olduğu yargısına varıyor- hatta ifade nötr olsa bile- ve diğer şekillerde de.



Here we go again: A paper published by two researchers at the University of London claims to prove that music affects our responses to visual images. In "Crossmodal Transfer of Emotion by Music," Joydeep Bhattacharya and Nidhya Logeswaran report that people who look at a picture of a human face can be influenced in how they evaluate the emotion shown by that face if they listen to a 15-second snippet of music before viewing it. If the music is "happy," then the subject is more likely to judge the facial expression shown in the picture as happy—even if the expression is neutral—and vice versa.


Bilirsiniz, pazar günleri küçük ailelerin yaptığı bitme bilmeyen o sıkıcı gezintileri. Haftanın altı günü birbirlerini yerin dibine sokan bu mahlukların kendilerine tanrı tarafından bahşedilen son günde de sahte bir tablo içerisine gömülmeye istekli olmalarını hangi saik açıklayabilir? Aslında gerçekten de, belki bir kız ya da bir erkek çocuğuyla, İstanbul'un cennet kokan köşelerine erişen, elindeki imkanlarını şu kısacık hayatta mutluluğa ayıranlar da vardır. Çünkü bir yaz mevsiminin en sıcak günü olan cumartesini pazara bağlayan gece, bulutların semayı doldurduğunu, artık şehrin ışıkları dolayısıyla neredeyse hiç göremediğimiz yıldızları meçhule gömdüğünü gördükten sonra, ah evet, işte tam o anda, ertesi günün tanrı tarafından kutsanmış, yani bir nevi ilahi bir gün olduğunu anlamamak imkansızdır.

Ertesi gün ayaklandığınızda yaz geceleri hiç kapanmayan o pencerelerin önündeki tül perdenin eski resimlerde ya da macera filmlerinde bulunan eski kalyonların yelkenleri gibi şiştiğini görmek insana bir sevinç verir. Yaşama sevinci! Dışarıdaki hava bahar aylarında mesela bir nisan yağmuru sonrası içimize çekebileceğimiz serinlikten uzaktır, fakat cehennem içerisinde insana tatlı gözüken acı su gibi, çölün ortasındaki bu bulutlu havalar gerçekten de bir vahadır.

Bu pazar günü milyonlarca insanın doğumuna ev sahipliği yapmıştır. Bakışlarımıza göre önemsiz, bakışlara göre mucizevi anları barındıran o saatlerde onlarca güzel çocuğun ağlayışını duyabildiğimiz gibi, dairesinde ölü bulunan gençleri de, 20 yaşında kanser olduğunu bugün öğrenenleri de ve en güzeli aşık olanları da düşenemeyiz. Çünkü insan varolduğu anı kendisiyle yaşar ve dışsallıklar uzağımızdadır. Mutluysak bu yüzden mutluyuz... Çünkü ne kalbimiz, ne de beynimiz tüm olaylara ilgi gösteremiyor, onlara yer veremiyor.
İşte böyle bir gün, eski romanlarda yüzlerinin görünümüyle çeşit çeşit kahramanlara benzetilen fakat bir insan için olabilecek en büyük güzelliklerden birine sahip olan birisiyle, yani erdemiyle anabileceğim bir arkadaşımla beraberdik.

İstikamet, belirsizlikti...

İnsan kendini iyi hissettiğinde belirsizliklere gömülür, en çok da denizin pırıl pırıl sularıyla komşu olan belirsizliklere. Bir minibüs yolu uzağımızdaki atlı köşke inmek zorunda olduğumuzdan değil, gerçekten de ne yapacağımızı bilemediğimizden oraya gitmeye karar verdik. Minibüsün bizi bıraktığı yerden itibaren yürüdüğümüz ağaçlarla kaplı yoldan geçerken denize varacağımız anı hayal etmekten kendimi alamadım. Oysa ki bir İstanbullu için çoktan alışılmış bir görüntü haline gelmesi beklenen o manzara, halen dipdiri ve ilk defa görülüyormuşcasına canlıydı. Küçük teknelerin yanlarında ellerinde gümüş, mavi, yeşil oltalarıyla yosunlar içerisinde talihlerinden habersiz olarak gezinen denizin sakinlerini avlamaya çalışan halbuki bir anlık saadet dileyen kişilerin yanında, yol boyunca gülerken görebileceğiz üstleri çıplak erkekler ve nadiren ortaya çıkan kız çocuklarının seslerini duyabilirdiniz. Her biri tek tek denize atlarken ve boğaz her zamanki sertliğini daha da arttırırken dalgalar belediyenin döktüğü yıllarca bozulması imkansız sert betona vuruyordu hatta yolun kenarındaki otobüs durağına kadar ulaşan bu dalgalar insanların keyiflerine keyif katıyordu.

Pazar gününün güzelliği otomobil sahibi orta sınıf İstanbulluları sahillere çektiği için orta şekerli bir trafik vardı. Hiçbirini umursamadan ama dedikodusunu yapmayı da unutmadan biletleri alıp, sorun çıkartan arama noktasından sonra Atlı Köşkün bahçesini dolaşmaya başlayabildik. Sağdaki merdivenleri şimdi hatırlayamadığım pek çok boş fakat bir o kadar da eğlenceli mevzuyla doldurarak çıkarkan, kafamı boğaza çevirdim. Acaba bizden önce kaç kişi bu merdivenleri çıkmış ve kafasını böylece çevirmişti? Basit bir soru, ve cevabı önemsiz.

Ama hayatımız bu tekrarlardan ibaret değil midir zaten? Babaların yaptıklarını oğullar tekrarlar, sonra onların oğulları, sonra onlarınki... Arada bir akrabalık bağı olmasa da, insanlar neredeyse birbirlerinin aynı, özgünlük koca bir yalan.

Sonunda sergiye girdik. Resimden anlamayan bir öğrenci ve öğrenci eskisinin görsel sanatlarla olan iniltileri ancak film ve dizilerle sınırlı olduğu için, yapacağım yorumların şimdiden kaliteli olmayacağının garantisini verebebilirim.

Batı'ya Yolculuk Türk Resmi'nin 70 yıllık Serüveni

70 yıl bir ömür demek, resimlerin bazıları da bir ömür tekrar tekrar bakılacak derinliğe sahipti. Her bir portrenin karşısında sabit bir şekilde dururken, gerçekte resmin size verdiği görüntüyü değil, o görüntüden yola çıkarak hayalimizde kurduğumuz imgelemleri düşünürüz.







Mesela Ayasofya'nın içini betimleyen bir resme baktığımda, resimde anlatıldığı gibi namaz kılan ihtiyarlar değil, mekanın kokusu zihnimde beliriyor. Ya da unutulmuş bir sahil kıyısını gösteren, bazen acemice, bazen isteyerek biçimsiz çizilmiş masaları, porselen takımlarını gördükçe aklıma ne kadarda kusursuz bir yaşam kurguladığımız geldi. İnadına, bütün resimlerde insanlar pek güzel, ama cidden güzel, sanki bir hayal dünyasında, Türkiye'de değilde, farklı iklimlerin oluşturduğu çeşitli güzellikleri tattığımız bir İstanbul masalındaymışız gibi...




Not: Ne yazık ki bu yazıya başlayalı ve yarım bırakalı çok uzun zaman oldu. En azından kaybolup gideceğine, yayınlayayım dedim. Sergi tarih olalı çok oldu çünkü...



Biliyorum başlık eğreti duruyor. Fakat blog'u sayfa olarak çevirmek çok da hoş olmayacaktı benim için. Bloglamaya başlayalı çok uzun süre olmadı fakat sizin de benim gibi blog'un insan psikolojisi üzerine etkilerini kısa sürede çözümleyeceğinize eminim.


Peki bir insan neden blog yazar?
Buna pek çok cevap verilebilir. Çoğu kişi eğlenmek için, gördüğü önemli, güzel şeyleri insanlarla paylaşmak için bu işi yaptığını söyleyecektir. Fakat bende gerçek bundan daha da ötede. Bazı blog yazarları kişiliklerini gizleyerek bu işi yürütüyorlar, bu sayede bambaşka kişiliklerle karşımıza çıkıyorlar. İnsanın internette özellikle, msn, facebook gibi e-sosyal mecralarda bambaşka bir yazım dili, hatta buna konuşma dili de demek gerekiyor çünkü günlük hayatta kullanmadığımız pek çok kelimeyi buralarda kullanıyoruz, yarattığı malumunuz. Bunun yanında çifte hatta üçte karakterleri de buralarda görebilirsiniz. Çünkü insan zamanla ne yazarsa ona inanıyor, yazdıkları gerçek yaşadıkları sanal hala gelebiliyor.

Biraz başlıktan kopmuş gibi duruyorum ama aslında sadede gelmek üzereyim. Şu sıralar internette pek çok blogu ziyaret ettiğimi söyleyebilirim. Bu sayı gerçekten de çok fazladır. Dikkatimi çeken şey, binlece şiirin, hikayenin, yorumun yazıldığı pek çok blogun terkedilmiş olması hem de yazdıkları onca olağanüstü şeye rağmen.

About this blog

İzleyiciler

Blogger tarafından desteklenmektedir.